İnsan, yaratılışı itibarıyla hem aklın hem de duyguların bir
harmonisidir. Bu iki enstrüman, tıpkı gece ile gündüz gibi birbirini tamamlar,
birbirine ihtiyaç duyar. Ancak zamanla, aklın soğuk ve hesapçı yüzü, duyguların
sıcaklığına üstün gelmeye başladığında, insan ruhunda derin yaralar açılabilir.
Aşırı rasyonellik, insana hayatın karmaşıklığı karşısında bir tür kalkan gibi
görünse de, aslında bu kalkanın ardında insanın özünü unutturabilecek bir
tehlike barınır. Bu tehlike insanın insan olma hasebiyle sahip olduğu duygu
bütününden arınma manadan uzaklaşma sonucuna kadar götürebilir bizi.
Ben duyguya değil aklıma güvenirim demeyin sevgili dostlar.
Duygulardan kendinizi ayırmayın. Çünkü duygular, hayatın derin manalarını,
güzelliklerini ve zenginliklerini keşfetmemiz için bize rehberlik eder çoğu
zaman. Bir gülün kokusunu içimize çektiğimizde, deniz dalgalarının kıyıya
vuruşunu dinlediğimizde ya da sevdiğimiz birinin gözlerindeki ışıltıyı
yakaladığımızda, aslında duygularımızın rehberliğinde yaşamın anlamına bir adım
daha yaklaşırız. Oysa akıl, bu anları sadece birer veri, birer olay olarak algılar
ve değerlendirir. Duyguların derinliğine inmek yerine, onları analiz edip
kategorize etmeye çalışır. Hayatı sadece akılla kavramaya çalışmak, bir şiiri
matematiksel formüllerle çözmeye çalışmak gibidir; belki dizelerin sayısını,
kafiye düzenini çözersiniz ama şiirin ruhunu asla yakalayamazsınız. Halbuki
şiir; okunma tarzı ve okuyanın ses tonu ile alakalı olarak bile okunan kişiye
farklı duygular aktarabilir. Ya da şöyle düşünün; kulağınız çocuğunuzun sesini
size ulaştırdı ve aklınız onun sizin çocuğunuzun sesi olduğunu anladı diye o
sesle size ilk seslenişinin duygusunu ifade edemez.
Aklın tek başına hüküm sürdüğü bir dünya, sonsuz bir hesap
makinesi gibi çalışır; her şeyin bir nedeni, her şeyin bir sonucu vardır. Ya da
tıpkı bir bilgisayar gibi. Bilgisayar demişken; bilgisayar nesli dediğimiz
çocuklarımıza bir baksanıza. Akılcı ancak romantikliği olmayan, neden ve sonuç
ilişkisine bağlı bir algıda dünyayı anlamaya çalışan, duygudan mahrum bireyler
hepsi. Bir bilgisayar oyunu açtığımızda ya da sanal olarak bir yeri
gezdiğimizde gördüğümüz şey her şeyin yerli yerinde olduğudur. Ekranda bir doğa
manzarası düşünün mesela; her şey çok güzel ama ağaç kokmuyor, çimen kokmuyor,
teninize rüzgâr vurmuyor ve hep orada duruyor. İşte böyle bir dünyada insanın
kalbi susar, ruhu körelir. Duyguların derinliği olmadan, sevginin, merhametin,
şefkatin anlamı yitirilir. Bu, insanı insan yapan en temel değerlerin yavaş
yavaş yok olduğu, mekanik bir dünyadır. Her şeyin bir cevabı vardır, ama
hiçbiri tatmin edici değildir. Çünkü insan, sadece soruların cevaplarını değil,
aynı zamanda hissetmeyi, deneyimlemeyi ve yaşamayı arar. Aklın gölgesinde kalan
bir yaşam, sonsuz bir kış mevsimi gibi soğuk ve renksizdir.
Oysa duygular, aklın erişemediği yerlere ulaşır; insanın
kalbinde filizlenen umut, sevgi ve inanç, aklın kavrayamayacağı derinliklere
sahiptir. Bir anne, evladını kucağına aldığında hissettiği sevgi, akılla
açıklanamaz; o sevgi, evrenin en derin sırlarından biridir. Bir insan, sevdiği
için fedakârlık yaptığında, bu fedakârlığın arkasındaki güç akıldan değil,
kalbin derinliklerinden gelir.
Duyguların bu derinliği ve zenginliği, insanı insan yapan
asıl unsurdur. Aşırı akılcılık, bu zenginliği bir kenara iter; insanı sadece
düşünen, hesaplayan ve analiz eden bir varlığa indirger. Ancak böyle bir insan,
eksik kalır; çünkü insan, sadece aklıyla değil, aynı zamanda kalbiyle de
vardır. Kalbin olmadığı bir yaşam, eksiktir; tıpkı güneşsiz bir gün gibi.
Bu yüzden, akıl ve duygular arasındaki dengeyi korumak,
insanın ruhsal sağlığı ve yaşamın anlamı için hayati önem taşır. Bu iki güç,
tıpkı bir kuşun iki kanadı gibidir; biri olmadan diğeri eksik kalır. O yüzden,
akıl ve duygular arasındaki dengeyi kurmak, hayat semasında uçabilmek için
gereklidir.
Selametle
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder