reklam

reklam

21/08/2025

Duygu Depremi

Maddi kriterlerle elde edilemeyen; genetik, fiziksel, hormonsal ve kalbi bir takım iç itmelerin neticesi ile çeşitli sevk edişler sonucunda oluşan düşünce ve tutumlardır duygularımız. İçgüdü de denilen, olayların zaman ve mekân sınırlarını zorlayarak ortaya koyduğu hissi yaklaşımlardır. İnsan anatomi olarak mükemmel bir tabiatta yaratılmış. Ancak vücut ülkesine geliştirilmesi gereken birtakım cihazatlar da yerleştirilmiş. Bir yönü melek olmaya davet ederken, öbür yönü de kural tanımaz, isyansal bir isteğe zorluyor. Bu açıdan bakıldığında; her bünyede dikkat edilmesi gereken arızalı bir yön bulunmaktadır.  İnsan melek gibi kusursuz bir itaat üzerine yaratılmadığından onun iç dünyası bir irade savaşına tanıklık etmekte. Savaşı hangi yönü kazanırsa eylemi de o istikamette gerçekleşmiyor mu?  Bir cihetle vicdanından gelen doğru sese kulak vererek iç barışını sağlıyorken, diğer taraftan da nefs cihazatından gelen telkinlere de kulak kabartıyor. İnsan olmanın tabii bir gereği bu durum! 

Duygular, çevremizde meydana gelen olaylar karşısında, bizim ona yüklediğimiz anlamlardan doğarlar. Duygusal zekamızın bize sağladığı bakış açısına göre olaylara mana verilir. İnsanın iç dünyasından dışa yansıyanlar öyle her zaman ulu orta olmamaktadır. Duygunun hangi halinde olduğumuzu her yürek ve akıl sahibi tespit edemez. İyi duygular içinde olmak pekâlâ çok önemlidir. İç dünyamıza ait derinlik ve genişliğin çapı iyi ve güçlü duygulardan belli olur. Zira insana yardımlaşmanın güzelliğini duygular gösterir. Duyguyla sever, özler, güler, ağlar, üzülür ya da eğleniriz.  Duygular olmadan hayata güzellik katamaz, iç alemimizi genişletemez, insanı insan yapan bu en önemli özellik olmadan hisler dünyamızın ve düşüncelerimizin derinliklerini keşfedemeyiz. İnsandaki duyguların ciheti ruhi ve mânevi istikamette olduğunda çok yücedir. Melekler, manevi duyguları harekete geçirir, kişiye iyiliği telkin ederler. Böyle olduğunda akıl daima vicdana uyar ve her olayı Kuran’a göre değerlendirir. Duygu olmadan iç dünyaya ait hissedişler mümkün olmadığı gibi akıl olmadan da duygunun terazisi ayarlanamaz. Ruhen derinleşebilmek duygulu olmakla mümkündür ancak. Duygularımızdır bizi maddeye olan esaretten kurtaran değerli nimet…  

Nasıl ki duygusuzluk insanın yıkımıdır. Kötü hisler ve aşırı duygusallık hali de duygunun depremidir. Bu depremi yaşayanlar anksiyete halindedirler. Olayları karıştırır, çıkış yolları bulamazlar.  Halleri pek dengesiz, psikolojileri bozuk, telaşlı ve öfkelidirler. Her şeyden şüphe eder, acelecidirler. İnsanlara güveni eksiktir, endişelidir. Zayıflıklardan her an istifade ederler. Basit düşünür, vesveseli ve negatiftirler. Hata araştırırlar ve teferruatla uğraşırlar. Kin’cidirler, affetmeyi sevmez ve ümitsizlik içindedirler. Sevmek, acımak, üzülmek gibi duyguları eksiktir. Bunlara benzer daha çok belirtileri vardır... 

Bulanık duyguların yoğunluğu kişiye mantıksız işler yaptırabilir. Tekdüze ve sadece duygusal bir hayat, akla hapis hayatı yaşatır. Mantık körelince kişideki hâkim durum da değişir. İletişim ve sosyal hayat olumsuz etkilenir. Bu nedenle duygu ile aklın iş birliğine her zaman ihtiyaç bulunmaktadır. İkisi bir arada olduğunda hayatlar düzenli ve anlamlı olur. Yanlış anlaşılmasın duygusuz olalım demiyorum. Duygu çok kıymetlidir. Kişinin sadece kuru akıldan ibaret olsaydı halimiz nice olurdu? 

18/08/2025

Anlayarak Anlaşmak

Anlaşmanın ilk şartı sevmek ise ikinci şartı da anlamaktan geçiyor. Birbirini anlayan insanlar ise iyi anlaşabiliyorlar. Öyle ise anlaşmak için sevmek ve anlamak kaçınılmaz iki değerdir. Elbette sadece anlamak da yetmiyor. Anlaşılmak da hepimizin beklenti içinde olduğu duygu ve düşüncelerden değil midir? Peki, anladıklarımızı nasıl tanır, nasıl anlamlandırırız. Anladığımız kadar kendimizin de anlaşılmasını beklemekteki olasılık ve oransal değer ne kadardır? Ne kadarlık bir yüzde dilimiyle anladığımızda ya da anlaşıldığımızda gerçek anlamıyla anlaşmış sayılırız. Sevdiğimiz için mi anlamak isteriz. Anlamak isteği ya da merakına yenik düştüğümüzden mi sevme yoluna gireriz. Sevdiklerimizi ne kadar tanıyor veya anlıyoruz. Bu soruların cevabı; kişisine göre, duygulanım sürecine göre, kültürel bakış açısına, sosyal yapıdaki rolüne ve eğitimine göre birçok etki unsurundan nasiplenir... 

Tanıdığımızı ve anladığımızı sandıklarımızın bizleri hayal kırıklığına uğrattığı zamanlarda yok değildir hani! Bu yönüyle bakıldığında; sevgimiz mi gözümüzü körelterek anlayışımızın önünde bir engel teşkil etmekte. Yoksa cinsiyetlerden doğan farklılık dereceleri mi anlama eksikliğine yol açmakta. Ya da bizatihi sevgiler mi insanların birbirini anlayıp tanımasının yolunu açmaktadır. Haydi diyelim ki anladık. Yeterli mi? “Ben sana hak verdim, seni anladım” dedik. Sonuca ya da sorunların çözümüne mutlak manada yardımcı olur mu bu peşin kabulleniş. Zannımca tek başına hiçbir değer insanı sonuca götürmez. Mutlu bir paylaşım ve doğru bir anlayış için, pek tabiî ki daha çok değerin bir arada buluşması gerektiğine kanaat edenlerdenim. 

Evet, hem sevgi, hem anlamak, hem de anlaşılmak tarafların birbiriyle anlaşmasının en kuvvetli çimentosudur. Zan ile gerçek arasındaki fark, bu çimentonun tutma derecesindeki mukavemet kadar barizdir. Bu yüzden tutma yoğunluğunu artırmak gereklidir. Anlamaya çalışmak, sabır göstermek, toleranslı davranmak ve anlayış adına çaba harcamak suretiyle bu kıvam yoğunlaştırılabilir. Tam tersi yaklaşımlar çözülmenin yolunu açar.  Her türlü beraberlikte olduğu gibi anlaşmaya dayalı koalisyonlarda da sevgi ve doğru anlama çabası vazgeçilmezimiz olmalıdır. Anlayışı yakalamak ise bahsettiğimiz süreçlerden geçmekle mümkün. Cinsiyete ait farklılıkların sosyo-kültürel anlayışı çok da etkilemediğine kaniyim. Anlayış dediğimiz bu güzel değerin insanlardaki varlığı zarafet iken, yokluğu da düşüncesizliktir…

Mademki böyledir; öyle ise insan sevildiğini bilmeli. Değer verildiğini anlamalı. Sorumluluk sahibi olmalı. Anlayarak anlaşmak isteyenler inceliklerin farkında olur ve bunun kıymetini bilir. Ve yine bilir ki, anlayarak anlaşan, temiz bir duygu ve zarif bir anlayışla sever. Anlaşarak sevenler beraberliklerini mutlu bir paylaşımla zirveye taşırlar. Hatta bu anlayış düzeylerini öyle bir üst seviyeye taşırlar ki, çoğu zaman konuşmadan bile anlaşırlar. Susarak görürler. Gönülden gönüle yol bularak konuşur, dertlenir, gamlanır ya da sevinirler. Böylesi bir paylaşım ve anlayışla nasiplenmişseniz her şeye rağmen nasibinize sahip çıkmanız gerekir. 

O zaman tercihler sizin uhdenizde! Diler anlaşma yolunu dener bunun doyumsuz hazzına ulaşırsınız. Dilerseniz anlayışsızlar kervanında yol alarak hayatı hem kendinize hem de çevrenize yaşanmaz kılarsınız. 

Anlayarak anlaşmanız, anlaşarak sevmeniz ve paylaşmanız dileğiyle. 

16/08/2025

Dergicilik: Sessiz Bir Vefanın Hikâyesi


 

Dönemsel, aylık, iki haftalık ya da haftalık periyotlarla yayınlanan dergiler; içerik zenginliği, reklam derinliği ve sınırsız fikir üretim potansiyeliyle, diğer basılı mecraların ötesinde bir kimlik taşımaya hâlâ devam ediyor.

Evet, hâlâ… Çünkü internetin ve görsel medyanın baş döndürücü yükselişi karşısında, geleneksel medyanın silinip gideceğini düşünenlerin sayısı az değil. Oysa veriler, bu kanaatin aksini haykırıyor. Dergiler, hayatın tam ortasında; sessizce ama derinden iz bırakıyorlar. Öyle ki yaşamın neredeyse her evresi için bir dergi mevcut. Türkiye’de yerel ve ulusal düzeyde yayımlanan yaklaşık üç bin dergi olduğunu biliyor muydunuz?

Ofisimizin köşesinde, kitaplığımızın rafında, arabamızın torpido gözünde... mutlaka bir yerlerde bir dergiye yer ayırıyoruz. Bir satır, bir fotoğraf, belki bir makale uğruna saklıyoruz onları. İçindeki bir reklamın estetiği, bir yazının zihnimizde bıraktığı iz ya da bir görselin taşıdığı anlam, bu yayınları evimizin bir köşesine konuk ediyor. Reklamlarının kalıcılığı sebebiyle dergilere yönelen şirketler var. İlk masalını dergilerden okuyan bir anne-baba ise bu sessiz dostlara ayrı bir sevgi besliyor.

Yazarlar bilir en iyi; fikirlerinin tam anlamıyla ulaşabileceği, yankı bulabileceği mecradır dergiler. Çünkü hepimizden bir parça taşır onlar. Belki bu yüzden “dergicilik vefadır” demişti bir dostum. Ne de doğru demiş… İlk metinlerini dergi sayfalarına dökenler, çocuklarına okuma alışkanlığı kazandırmak için dergi alanlar; nasıl olur da bu dünyaya vefayla bakmazlar?

Dergiler, çığırtkan tezgahtarları olmayan sessiz bir pazardır aslında. Bilgi arayan bilgiyle, fikir isteyen düşünceyle, ticaret peşinde olan fırsatla buluşur bu kıymetli sahnede. Öyle ya, dergiler yaşamın her evresine dokunur; kimi zaman bir katalog olur, kimi zaman bir danışman, kimi zaman da bir minyatür kitaba dönüşür bir yazarın elinde.

Lâkin bu kadim mecranın da yeni nesil sancıları yok değil. İlme ve fikre olan vefanın gölgesinde, tiraj kaygısıyla yapılan yüzeysel tercihler, okunmuyor endişesiyle kısaltılan metinler, görsellerle abartılarak içeriği sığlaşan sayfalar... Dergiyi yaşatmak adına yapılan müdahaleler, zaman zaman özünden uzaklaştırabiliyor.

Ama yine de ayaktalar. Ve iyi ki ayaktalar… Bütçe sıkıntıları nedeniyle kapananların yerini alan yeni dergiler, bu alana gönül verenlerin vefasını temsilen doğuyor.

Yazılı basının kalıcılığına olan inancımızı yitirmeden; bu mecranın sorunlarına çözüm aramak, yapısal yenilikler sunmak bizlere düşen bir sorumluluk. Çünkü belki yarın, bir dostumuzun kütüphanesine koyduğumuz bir dergi; bir fikir tuğlası olarak yükselir.

Selametle,
Veysel Taner Uçar

14/08/2025

Alışılmaya Layık Olanlar

Düşünmeden istem dışı ve kendi rutininde tekrar ettiğimiz, ancak vazgeçmek gerektiğinde direnç gösterdiğimiz yerleşik tepkiler midir sadece alışkanlıklarımız. Rutin dışı alıştığımız şeyler de yok mudur hani? Alıştığımız insanlar, sevgiler, yemekler, ortam ve manzaralar. Tecrübenin ürünü olanları yararlı iken, zararlı alışkanlıkların da gözden geçirilmesi lazım değil midir? Eğer yılların süzgecinden geçen ve hayat adına güzel sonuçların elde edildiği, katkı sunan alışkanlıklarsa bunlar, başımızın tacıdır. Ancak bunun tam tersi ise böylesi bir alışkanlığa tabi olmak eskinin bir tekrarıdır. Bu türlüsü, günü kurtarmak olsa bile ancak yarını yakalamaktan da uzak kalmak demektir. Mekanik bir yaşamın zorunluluklarına boyun eğmek ise her yönüyle gerilemenin bir fotoğrafıdır. 

Evet, alışkınlıklardan biraz uzaklaşmak gerek. Kişisel gelişimciler “alışkanlıklar, öğrenilmiş cahilliklerdir” derler. Bu yüzden adetleşmiş alışkanlıklardan, bildik tekrarlardan, papağan gibi aynı şeyleri yapmaktan uzak kalmak lazımdır. Ancak alışkanlıklarımızı terk etmek de öyle kolay bir şey değildir. Yerleşik hal almış tekrarlardan ve öğrenilmiş kolaycılıklardan vazgeçiş insana zor gelir. Hatta ürkütücü bir korkaklığı içinde barındırır. Öyle ya! Yılların alışkanlığıdır vazgeçilmesi gereken. Hep en kolay yoldan öğrendiğimiz işleri yapmak, yolun aynı yönünden gitmek, aynı kaldırımı kullanmak, yatakta aynı yanımızda yatmak, otobüste hep aynı kenarı tercih etmek, yemekhanede aynı masaya oturmak gibi prensiplerimiz vardır. Neden acaba? Çayımıza attığımız şeker sayısı, yemek alışkanlıkları, kıyafet, saç tarama modelimiz, telefon markamız gibi çok sayıda vazgeçilmezimiz var. Beş dakikada bir telefon ekranına bakmak, eve girer girmez televizyon kumandasına koşmak ve daha nicesi. Hayatı tıpkı otomatiğe bağlamış gibiyiz. 

Araştırmacılar, davranışlarımızın büyük ölçüde belirleyicisinin alışkanlıklarımız olduğunu bildiriyorlar. İyi bir şey midir alışmak. Terkettiğimizde boşluğa mı düşeriz? ‘Yeter aynı şeyleri tekrarlayıp durduğumuz’ deyip doğrulsak. Yumruğumuzu sıkarak üzerine gitsek, kronikleşmiş ezberlerimizden kurtulabilir miyiz acaba? Mesela istikrarlı olarak yürüyüş yapmak, diyet yapmak, yüzmeye gitmek, kitap okumak alışkanlıklarımız arasına katılabilir mi? Sigarayı bırakmayı denemek, aynı saatte çay ve kahve içmekten vazgeçip saatimizi değiştirmek. Kanıksanmış bize çok da faydası olmayan tekrarları öteleyip yenilenmek şart değil midir, hayata umutla bakabilmek için. Nedir alışkanlıklardan kurtulmanın çaresi? Pek tabii ki bu ezberi bozmanın panzehri farkındalıktır. Düşünerek hareket ettiğimizde tekrarlarımızla mücadele edebiliriz. Çünkü alışkanlıktan yemek, alışkanlıktan uyumak, alışkanlıktan film izlemek, alışkanlıktan arabaya binmek, alışkanlıktan alışveriş yapmak... rutinliğin ta kendisidir.  Bunların hiç birisi sizi mutlu etmeye yetmez. Öyle ise her işin gayesi, her yaptığımızın amacı, her adımımızın karşılığı olan bir bilinç gelişmeli insanda…

Elbette iyi alışkanlıklarımızı da sürdürmeliyiz. Alıştığımız dostlarımız, bize iyi gelen sevdiklerimiz, huzur duyduğumuz dağ, ova, köy ve manzaralarına gitmek daha nice alıştığımız güzel şeyler vardır. Bütün bunlar, size katkı sağlıyorsa, zihninize faydalı geliyorsa, yalnızlığınıza ilaç gibi ise, ruhunuzu şenlendiriyor ise fikirleriyle ufkunuzu açıyorlarsa onları terk etmeyiniz. Mavi bir gökyüzünde size nefes aldıran, sabahın güneşi gibi içinizi ısıtan, dolunay gibi gecenizi aydınlatan, bir meltem rüzgârı gibi yüzünüzü okşayan, duygu dünyanıza iyi gelen her ne var ise… Kişi, manzara, gönül insanı. Sadık ve vefalı dostlar. İyi ve güzel arkadaşlar, akrabalar… Yokluğunda özediğiniz, eksikliğini hissettiğiniz, gözünüzün gönlünüzün aradığı, varlıklarında ise mutlu olduğunuz  her ne var ise alışılmaya layık olanlardır. En azından kendimiz için…

Kötü alışkanlıklarınızın yerine iyilerini ikame etmeyi, zamanı kaliteli kullanabilmeyi, her fiilimizin amaç ve gaye sorgusunda olmasını ve alışkanlıklarımızı farkındalık bilinciyle yerine getirerek değişimleri yaşamanızı diliyorum. 

11/08/2025

Ahlak mı Etik mi?

Bilimsel veriler her zaman doğru sonucu vermemekte. Bilim yapanlar da zaten ortaya koydukları görüşlerinde “bizim görüşlerimiz mutlak doğrudur” diyemiyorlar. Bu gün ortaya konan bir tez, ertesi gün başka bir tezle ya da anti tezle çürütülüyor. Yanılmışız deyip yeni olan görüşe uyum gösteriliyor. Bu bilim yapabilmenin yoludur. Özgür düşünce olmadan bilimsel gelişmeye kapı aralanamayacağı düşünülüyor. Bu yüzden bilim çevrelerince vahiy ürünü olan dine ve dini kaynaklara da dogma olarak bakılıyor. Bilimsel bir sav için, din eksenli cevap verilince ilk tepkiyi yine bilme iman etmiş olanlar veriyor! “Bilim bunu kabul etmeden biz kabul etmeyiz” diyorlar. Oysa dinin kuralları mutlak doğruları ele verirken, bilimin bu gün kabul ettikleri yarın kendi ağızlarından reddediliyor. Çoğu; izm, akım, ekol, görüş ve felsefi yaklaşım temelini bu yapıdan almakta... 

Dolayısı ile bilim yapabilmek için bilimsel veriler ve yöntemler ışığında yol almak kaçınılmazdır. Zaman zamanda tüm bilimlere rehberlik yapan vahiyden aşırma kopyacılıklar yapıldığı da bir hakikat değil midir? Peki, nasıl yapılmakta bu aşırma işlemi? Pek tabiî ki benzetme ya da devşirme usulü ile. Sorunların çözümüne yönelik sunulan reçete, evrensel ahlakı parçalayarak, parçalı ahlak adlandırmaları şeklinde karşımıza çıkmakta. Bilim ahlakı, siyaset ahlakı, memurluk ahlakı, tıp ahlakı, meslek etiği vb. Her konuda bir ahlak veya etik kavramlaştırılmış. Oysa vahyin süzgecinden geçmiş genel ahlak kuralları bunların hepsini içine almıyor mu? Bilimin ahlakıyla siyasetin ahlakı, historizmin ahlakıyla hedonizmin ahlakı, fikri akımların ahlakı ile vahiy ahlakı birbirleri ile karşı karşıya geldiğinde; söyler misiniz hangisini tercih edeceğiz? Alın size çatışma kuramı. Huntington’un kulakları çınlasın(!) Yok, çıkarlar bunu gerektiriyor derseniz bu defa; Makyavel’in kulaklarını çınlatmış olalım…

Çoğu meselede olduğu gibi etik konusunda da aynı çelişkiyi yaşamıyor muyuz? Değerlerimizin aşınmaya tabi tutulduğu, her güzelliğin buharlaşarak bulutların arasında seyahate çıktığı inkârı mümkün olmayan bir gerçek değil midir? Dinin merhameti, vahyin şefkati ve sünnetin muamelatı güneş gibi içimizi ısıtıyorken, modernizmin seküler dayatmaları, doğrusu ferdi ve kalbi hayatımızı yoruyor. Hatta öldürüyor. Böylece bilim bahane edilerek dünyevileştirilmiş, modern bir putperestlik icat ediliyor. 

Ne dersiniz? Her bilim alanına bir ahlak tanımı yapılınca; öbür alanlarda gizli bir ahlaksızlık mı tavsiye ediliyor. Bilim adamı bilim ahlakına uyunca ticari ve sosyal ahlakı terk edebilir mi? Siyasetçi siyasi açıdan ahlaklı olunca başka alanlardaki ahlaklılığı terk etmesi mi gerekiyor? Bürokrat devlet idare ahlakına uyunca ilme ve bilme ters davranabilir sonucu mu çıkarılması gerekiyor. Oysa ahlak, ahlaktır! Ve bir bütün olarak ele alınıp, her anımıza ve alanımıza, tüm yaşantımıza müdahale edici olmalıdır. “Bir kısmına uyup bir kısmına uyulmasa da olur” havası estirilmesi, insanın sorumluluğuna da fıtratına da terstir. Aklın kılavuzluğuyla böylesine parçalanmış bir ahlak yapılanmasından zannımca; toplumsal, sosyal, siyasal ve özel hayatların bütününü içine alan kuşatıcı bir ahlak çıkmayacaktır. İçi boş retoriklerle, emirlerle, kanunlarla, kurallarla ahlak oluşturamayız. Ahlak bir iç disiplin ürünü olup, kaliteli mücadelenin hayatlarda yaşam şeklini almış halidir. 

Bilimden nasıl bir ahlak türetilecek bunu ben bilmiyorum. Çeşitli bilim dalları adına oluşturulmuş ahlak tanımının da bana göre içi doldurulmuyor. Ya da doldurulamıyor. İlmin anlı şanlı ahlakı dururken, bilmin kesin olmayan ve kendi kendini yalanlayan, kendi görüşünden kendisi çark eden bir yapısından ne etik ne de ahlak doğması, bence zor görünüyor. Ne Comte’nin pozitivizmi, ne Keynes’in faiz ve para teorisi, ne Freud’un bilinçaltı teorimi, ne Marks’ın diyalektiği ne de liberal düşünce sahiplerinin bilimden yola çıkarak kuşatıcı bir ahlak oluşturabilme ihtimalleri yok! 

En iyisi mi, ilk insandan kıyamete kadar varlığını sürdürecek olan ilahi ölçünün çerçevelediği evrensel ahlaka tabi olalım. “Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” diyen Gönüller Sevgilisinin izinden gidelim... 

09/08/2025

Ya Hayy’a Hayasızlık: Ruhun Hatırlayışı ve Kalbin Sessiz İsyanı

 


İnsan, yaratıldığı günden beri Yaratıcısını tanımaya gayret etti. Allahu Zülcelâl, Hz. Âdem (a.s) ile başlayan beşerî serüvende, her devirde gönderdiği peygamberlerle kullarına kendini hatırlattı ve tanıttı. Ne var ki biz bu süreci yalnızca “fizikî insanlık yolculuğu” olarak görürüz; çünkü ruh zaten Bezm-i Elest’te Yaratıcısını tanımıştı. Ancak bedenle tanışan ruh, bu bilgiyi unuturken, hakikati hatırlamak için içten içe bir özlemle yanmaya başladı.

🌌 Zira ruh için hayat, bizim bildiğimiz gibi bir yaşam tarzı değil; Yaratan’a dönüşe vesile olan ezelî bir arayıştır.
Tutsak bedeninde kıvranan ruh, asıl hayata özlem duyar; bir başka âlemin hatırasını kalbine kazıyan ruh, bedene rağmen diri kalmak ister. Ne hazindir ki, aklıyla övünen insan bu özlemin farkında değildir; ruhunu unuturken Yaratan’ı dışarıdan tanımaya çalışır.

Ama Rabbimiz, Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) vesilesiyle Kur’ân-ı Kerim’i inzal buyurdu; kendini 99 güzel ismiyle tanıttı. Böylece inananlar, tanımaya çalışmaktan anlamaya ulaşan bir hâl ile dirildiler. Elhamdülillah…

Ya Hayy... Diriliğin İsmi

“Hayy” ismi, hayat sahibi, ezelî diri olan, her an varlığıyla var eden anlamlarına gelir. Kelam ilminde Allah’ın sübûtî sıfatlarından “hayat” bu anlamı taşır. O, ölülerin değil dirilerin Rabbi’dir.

💫 Peki ya “haya”?
Haya, diri kalmaktır; utanmaktır. Allah korkusundan günahtan sakınmaktır. Haya edep demektir; incelik, mahremiyet ve insaniyetle örtülüdür. İnsan hayatına anlam katan, toplumun ruhunu diri tutan en yüce ahlâkî hasletlerden biridir.

İslâm’ın ahlâkı hayadır. Çünkü İslâm, ölülerin değil dirilerin dinidir. Haya, Allah’ın Hayy isminin tecellisi olarak, kalpte yaşayan bir aydınlıktır. Kim bu diriliği yaşarsa, onu taşıyan ruh da mahcup olmaz.

İlk Haya, İlk Utanç

Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın cennetten dünyaya hicretine sebep olan nedir? Haya…
O örtünün aralanmasıyla baş gösteren utanç, onları yeryüzüne indirmiş; bir ömür pişmanlıkla tövbe etmelerine vesile olmuştur. Bu utanç, hayanın en kadim tezahürüdür.

Bugün Ne Haldeyiz?

Bu satırları utanarak yazıyorum. Ya Hayy olan Allah’a sığınarak… Çünkü:

  • Fuşiyatın arttığı bu çağda edep ve hayadan bihaber yaşadık.
  • Cebrail’in (a.s) bile haya ile süzüldüğü vahyi unutup, peygamberleri yok saydık.
  • Sağlığa ve varlığa kavuştuğumuzda unuttuğumuz Allah’ı, yoklukta hesap sorar gibi hatırladık.
  • Özgürlük adına bedenlerimizi; fikir adına zihnimizi ulu orta açtık.
  • Açlığın yaşandığı coğrafyaların dibinde, gösterişli iftar sofralarında zikir çekerken İslam’ı bir “moda”ya çevirdik.
  • Hakkı ödemeyip nasihatle geçiştirdik.
  • Bir annenin gözyaşını görmezden gelip aldığımız spor ayakkabıyla sosyal medyada nefsimizi şımarttık.
  • Zeytinle iftar eden, hatta onu bile bulamayanları hiç saymıyorum bile…

Dirilik Mi, Hayasızlık Mı?

Ar damarımız çatladı. Edep duvarlarımız yıkıldı. Haya yerini hayasızlığa bıraktı.
Ve biz, ölmek üzereyiz…
Ruh çırpınıyor, özgürleşmek istiyor. Ama biz ona alem sunmaya çalışıyoruz. Oysa ruh Allah’ı biliyor; biz onun bildiğini unutturmakla meşgulüz.

🕊️ Ya Hayy... Bize diriliğin iksirini sunuyor.
Haya sahibi olun diyor. Çocuğumuza, eşimize, insanlara ve en mühimi Kendisine…

Peki nasıl mı haya sahibi olunur?
Bakınız peygamberlerin ve âlimlerin hayatlarına…
Onların edebi, bizim diriliğimizin hatırasıdır.

Selametle,
Veysel Taner Uçar

07/08/2025

Adil miyiz?

Bireysel, özel, genel, sosyal ve yönetimsel anlamda Allah (cc) ın koymuş olduğu en önemli ölçülerden bir tanesi de adalet değil midi? Zira hayatların dengede kalması, haksızlıkların önlenmesi ve kargaşaların engellenmesi adına; ne kadar da muhtacız onun gerçekleşmesine. Öyle değil mi? Adalet nedir sorusuna çoğumuz; hakça bir hayat yaşama, adil paylaşım ve herkesin birbirinin hukukuna riayet ettiği düzenin varlığı olarak tarif eder. Adaleti tesis eden kanun ve nizamlar silsilesine de biz hukuk sistemi diyoruz elbette. İnsanların yasalardan gelen hakları olduğu gibi bizzat kendi varlıklarının, diğer insan ve canlılar ile iletişimlerindeki hukuku da adaletin ana içeriğini oluşturuyor. 

O zaman “adil miyiz?” sorusunu da kendimize sormamız kaçınılmazdır. Şayet adaletten söz edeceksek! Bizim, kurum ve kişilerden adalet beklentimiz en yüksek düzeyde olduğuna göre; “biz başkalarına adil miyiz” sorgusunda olmak, adalete bakışımızın da ipuçlarını verir. Devlet yönetimi olarak adil bir sistemin önemi kadar, bireysel adalet de oldukça önemlidir. Zira sosyal yapı insanlardan oluşmaktadır. Birey, sübjektif olarak kendisine adil davranabiliyorsa kendiyle ve çevresiyle de barışıktır...

Elbette adalet çok yönlü tartışılacak bir konudur. Sadece yazılı kaynaklarda karşılığını bulmaz. Toplumun genel geçer kabul ettiği, fiili olarak hayatta uygulanan kural halini almış normlarda adaletin içindedir. Öyleyse bireysel adalet diye sözünü ettiğimiz iç ve dış barışın tesisi için; her türlü diyalogun, eylemin ve fiilin hak ve hukuk çerçevesinde gerçekleştiği bir yapıda olması gerekir. Yazılı, sözlü ya da devlet otoritesi ile tesis edilmesine bakılmaksızın geçerli saydığımız, bireyin kendi vicdanında kabul gören ve hakça benimsenen her şey adalettir.

Adaletin iyi çalışmadığı ya da geç çalıştığı yönetimlerde biz biliyoruz ki, insanlar kendi adaletlerini kendileri tesis etmeye çalışıyorlar. Bu da başka adaletsizliklere yol açıyor. Hayat öyle başıboş değildir. Bir arada yaşama ihtiyacı içinde olan insan, bir arada yaşamak istediği ailesiyle, çevresiyle ve toplumla barışık olmak durumundadır. Ailenin ve toplumun üyesi olmak, kişiye bireysel sorumluluk yükler. Kendi ailesi, eş, dost ve çevresinde insanın sorumluluk alanları vardır. Birisi için hak gibi görünenin diğeri için sorumluluğu olduğu kadar, bu hak ve sorumlulukların tek taraflı görülmesi, pek tabii ki bencillik değil midir? Herkesin herkesten beklentileri olduğu kadar sorumlulukları da olacaktır. Bir hakkın kullanılması, başkalarının hakkını gasp etmemelidir. Size göre de öyle değil mi?

Adalet denilince işin içine; kanaat, vicdan ve içsel boyut da girmektedir hiç şüphesiz. Herkes bu yönüyle kendini eğitmeli, geliştirmeli yakınlarına ve topluma karşı sorumluluk hissetmelidir. Bir kusur olduğunda hep dışa dönük değil, kendisinde de kabahat payı arayabilmelidir. İlla ki yasalarla sağlanan bir denetim de değildir adalet mekanizması. Hoş görünün ve insan olma onurunun güvenilir bir şekilde ve yaşam içinde sağlanması için, her birey ortak sorumluluk almalıdır. İnsanın adalete uygun davranması için ille de yasaların zorlamasına ve emniyet birimlerinin denetimine ihtiyaç bulunmasa gerektir! İç-öz denetimle, vicdani ve akli sorumlulukla bu mükellefiyetler yerine getirilebilmelidir.  

Bu sorumluluk, aynı zamanda kim olduğumuz, ne olmak istediğimiz ve nereye varmak istediğimizin de karşılığına denk gelir. İşte her türlü sorumsuz davranış, söz, fiil veya eylem, hakkı çiğnenen insan demektir. Çevresine karşı cürüm ve eziyet demektir. Kendine hak gördüklerini başkalarının hakkına girerek elde eden kişi, zulüm yapan kişidir. Kendini farklı bir yerde görüp, dünyanın merkezi benim diyerek üst perdeden takılan, başkalarını da kendine kul yapmak isteyenin vay haline! 

Adaletin keskin kılıcı bir gün gelip, zalimlerin de kolunu kanadını kesecektir... 

03/08/2025

Temmuz Sonunda

Son yılların en sıcak Temmuzunu yaşadık. Daha kötüsü orman yangınlarıyla ciğerlerimiz de söndü. Kavrulduk. Eskiden böyle olmazdı Temmuzlar. Bu defa öyle olmadı. Unuttuklarımızı, ihmal ettiklerimizi, ötelediklerimizi hatırlatırken içimizi de yaktı. Unutmak cesaret ister. “Haydi unut da görelim” dercesine… Sıcak terli günler hafızamızın kıyılarına yolculuk yaparak başköşeye oturdu. Eski bir şiiri mırıldanırcasına. Kabuk bağlayan yaralarımızdan tekrar kanadık temmuzlarda…

Bu ay sanki bir iç aynası gibi. Yılın yarısının devrildiği ancak tamamlanamadığı, bir mektubun sonunun yazılamadığı, bir şarkının son notasının okunamadığı bir dönem. Bir buluşmanın ertelenmiş, bir vuslatın kavuşulamamış bir vedanın gerçekleşmemiş yüzü gibi… Yıl bitmemiş daha geride beş koca ay vardır. Ne olursa olsun takvim halen bir umut saklıyordur. Gökyüzünün parlayan yıldızlarından her biri kaydığı bu zamanda sitemlerimizin biri daha kaybolup gider hayata dair. 

Temmuz öğretir bazı gerçekleri. Güneş ne kadar kavurucu olursa olsun, ormanlarımız gibi ciğerlerimiz ne kadar yanarsa yansın bir gün mutlaka serinleten rüzgarlar ortaya çıkacaktır. Bir damla yağmur düşecektir. Bir bulut tepemizin üzerine gelip bizi gölgeleyecektir. Kimimizin çatlağını onarırken kimimizin gözyaşına eşlik edecektir. 

Temmuz ağır geçti bu sene. Yine öğrendik ki her yanış bir serinlik umudu saklıyor içinde. Her susmak söylenecek daha çok şeyin var olduğunun habercisi. Her sitemle sevgiye dair bir başka dil türetiriz içimizde. Aylardan misalle kendimize yolculuk yapmaz mıyız çoğu zaman? Tıpkı Temmuz gibi; bir yanımız ateş gibi kızgın, bir yanımız dal gibi kırık, cam gibi dağınık. Diğer yanımız ise suya kavuşarak toprağa tutunmuş ağaç gibi bir umuda tutunmuş…  

Yüreğimizde sevgiye dair bir nüve oldukça içimiz kavrulsa da yanan ormanların tekrar hayata tutunması gibi yeniden filiz verecektir. Bütün yanmalara inat, var olmanın, tutunmanın hatırlandığı bir zamandır temmuz sonu. Terin yüreklere akma mevsimi sona ermiştir. Gölgelerin suskunluğu, dalların ve yaprakların kımıldamaya erindiği, kirli yapışkanlıkların dağılmaya başladığı, beklemelerin vazgeçişe döndüğü, sabrın eziciliğine teslimiyet ile istemsiz kabulün uygun görüldüğü şu dönem. Biraz göğe biraz da kendimize bakıp işte Temmuz da gidiyor, beklediğimiz ne varsa Ağustos’a kaldı der gibi...  

Umutla sitemi kardeş yaparken, insanı en çok susturan kavruk duyguların mevsimi Temmuz. Gidebilirsin artık!  Yaktığın yetsin tabiatı. Senin kırgınlığın bile sıcak, sitemin bile ter kokulu. Cimriliğin sana kalsın hazana yaklaştı ömrümüz daha ne kadar sabır çektireceksin. Serin suları bekliyor artık yorgun yüreğimiz. 

Ateşten yanan kalbimiz ve duaya açılmış ellerimizle…

Ah O Kapıdan Kovulduğum Gün




Fikirlerimin kapısından kovulduğum gün neredeydiniz.
Ne o?
Yeni fikirler açınca bana kapılarını ilm dilenir oldunuz..
Oysaki fikirsizlik ayazında donmalardan döndüm,
İki kelam hayratından dilenir oldum,
Hakaretin askeri cehalet söverken bana
Sizlerin eğlendiğinizi çok gördüm.
Baktım bu iş kördüğüm.
Dumanını sevmiyorsan yakmayacaksın ateşi.
Yaktığım ateş yanarken asıl benmişim söndüğüm..
Ah o kapıdan kovulduğum gün neredeydiniz?

02/08/2025

Kim Köle


Zaman zaman, sistem köleliği üzerine yapılan yüzeysel tartışmalar ve bu tartışmalarda kullanılan yakışıksız benzetmeler insanı derinden düşündürür. "Reddet, diren, hayır de" gibi sloganlarla şekillendirilmeye çalışılan çıkmazlar, kişiliksiz ve şekilsiz mecralarda sempati bulsa da, biz bu çıkışların sonunu tecrübe etmiş bir duyarlılıkla hareket ediyoruz. Amacımız, ihtirastan değil, ihtimamdan yana bir duruş sergileyerek kimsenin zarar görmemesini sağlamak.

Ancak asıl meseleye dönelim: Kendi kusurlarını görmezden gelen, iç disiplinini sağlayamayan ve ahlaki zaaflarını aşmakta başarısız olan kişilerin, samimiyetsiz bir insancıllık maskesi takarak sahneye çıkmalarıdır. Bu kişiler, misyonlarını tamamladıktan sonra her şeyi unutup, balık hafızası misali yokluk denizinde kaybolmaya devam ederler. Bu sadece bireysel bir zaaf değil, aynı zamanda toplumsal bir körlüktür.

Şimdi asıl soruyu sormanın zamanı: Kim neyin kölesi? İnsanlar, ellerindeki iPhone’un mu kölesi, yoksa fikir çilesi çekenler mi köle? Teknolojinin esiri olmak, sadece bir cihazın değil, tüketim kültürünün de kölesi olmaktır. Oysa fikir çilesi çekenler, hakikati arayan özgür ruhlardır. Bu kişiler, zihin ve ahlak özgürlüğünün sembolü olarak topluma bir ayna tutar.

Gerçek özgürlük, yalnızca fiziksel zincirlerden kurtulmakla sınırlı değildir; zihinsel ve ahlaki bağımsızlığa ulaşmak, insanın içsel huzurunun ve toplumsal uyumun temelidir. Nefse ve şeytana direnebilmek, bireyin kendi değerlerini koruma ve geliştirme yolunda attığı en önemli adımdır. Bu bağlamda, özgürlük yalnızca bireyin yaşamında değil, toplumun geleceğinde de belirleyici bir rol oynar.