reklam

reklam

21/08/2025

Duygu Depremi

Maddi kriterlerle elde edilemeyen; genetik, fiziksel, hormonsal ve kalbi bir takım iç itmelerin neticesi ile çeşitli sevk edişler sonucunda oluşan düşünce ve tutumlardır duygularımız. İçgüdü de denilen, olayların zaman ve mekân sınırlarını zorlayarak ortaya koyduğu hissi yaklaşımlardır. İnsan anatomi olarak mükemmel bir tabiatta yaratılmış. Ancak vücut ülkesine geliştirilmesi gereken birtakım cihazatlar da yerleştirilmiş. Bir yönü melek olmaya davet ederken, öbür yönü de kural tanımaz, isyansal bir isteğe zorluyor. Bu açıdan bakıldığında; her bünyede dikkat edilmesi gereken arızalı bir yön bulunmaktadır.  İnsan melek gibi kusursuz bir itaat üzerine yaratılmadığından onun iç dünyası bir irade savaşına tanıklık etmekte. Savaşı hangi yönü kazanırsa eylemi de o istikamette gerçekleşmiyor mu?  Bir cihetle vicdanından gelen doğru sese kulak vererek iç barışını sağlıyorken, diğer taraftan da nefs cihazatından gelen telkinlere de kulak kabartıyor. İnsan olmanın tabii bir gereği bu durum! 

Duygular, çevremizde meydana gelen olaylar karşısında, bizim ona yüklediğimiz anlamlardan doğarlar. Duygusal zekamızın bize sağladığı bakış açısına göre olaylara mana verilir. İnsanın iç dünyasından dışa yansıyanlar öyle her zaman ulu orta olmamaktadır. Duygunun hangi halinde olduğumuzu her yürek ve akıl sahibi tespit edemez. İyi duygular içinde olmak pekâlâ çok önemlidir. İç dünyamıza ait derinlik ve genişliğin çapı iyi ve güçlü duygulardan belli olur. Zira insana yardımlaşmanın güzelliğini duygular gösterir. Duyguyla sever, özler, güler, ağlar, üzülür ya da eğleniriz.  Duygular olmadan hayata güzellik katamaz, iç alemimizi genişletemez, insanı insan yapan bu en önemli özellik olmadan hisler dünyamızın ve düşüncelerimizin derinliklerini keşfedemeyiz. İnsandaki duyguların ciheti ruhi ve mânevi istikamette olduğunda çok yücedir. Melekler, manevi duyguları harekete geçirir, kişiye iyiliği telkin ederler. Böyle olduğunda akıl daima vicdana uyar ve her olayı Kuran’a göre değerlendirir. Duygu olmadan iç dünyaya ait hissedişler mümkün olmadığı gibi akıl olmadan da duygunun terazisi ayarlanamaz. Ruhen derinleşebilmek duygulu olmakla mümkündür ancak. Duygularımızdır bizi maddeye olan esaretten kurtaran değerli nimet…  

Nasıl ki duygusuzluk insanın yıkımıdır. Kötü hisler ve aşırı duygusallık hali de duygunun depremidir. Bu depremi yaşayanlar anksiyete halindedirler. Olayları karıştırır, çıkış yolları bulamazlar.  Halleri pek dengesiz, psikolojileri bozuk, telaşlı ve öfkelidirler. Her şeyden şüphe eder, acelecidirler. İnsanlara güveni eksiktir, endişelidir. Zayıflıklardan her an istifade ederler. Basit düşünür, vesveseli ve negatiftirler. Hata araştırırlar ve teferruatla uğraşırlar. Kin’cidirler, affetmeyi sevmez ve ümitsizlik içindedirler. Sevmek, acımak, üzülmek gibi duyguları eksiktir. Bunlara benzer daha çok belirtileri vardır... 

Bulanık duyguların yoğunluğu kişiye mantıksız işler yaptırabilir. Tekdüze ve sadece duygusal bir hayat, akla hapis hayatı yaşatır. Mantık körelince kişideki hâkim durum da değişir. İletişim ve sosyal hayat olumsuz etkilenir. Bu nedenle duygu ile aklın iş birliğine her zaman ihtiyaç bulunmaktadır. İkisi bir arada olduğunda hayatlar düzenli ve anlamlı olur. Yanlış anlaşılmasın duygusuz olalım demiyorum. Duygu çok kıymetlidir. Kişinin sadece kuru akıldan ibaret olsaydı halimiz nice olurdu? 

18/08/2025

Anlayarak Anlaşmak

Anlaşmanın ilk şartı sevmek ise ikinci şartı da anlamaktan geçiyor. Birbirini anlayan insanlar ise iyi anlaşabiliyorlar. Öyle ise anlaşmak için sevmek ve anlamak kaçınılmaz iki değerdir. Elbette sadece anlamak da yetmiyor. Anlaşılmak da hepimizin beklenti içinde olduğu duygu ve düşüncelerden değil midir? Peki, anladıklarımızı nasıl tanır, nasıl anlamlandırırız. Anladığımız kadar kendimizin de anlaşılmasını beklemekteki olasılık ve oransal değer ne kadardır? Ne kadarlık bir yüzde dilimiyle anladığımızda ya da anlaşıldığımızda gerçek anlamıyla anlaşmış sayılırız. Sevdiğimiz için mi anlamak isteriz. Anlamak isteği ya da merakına yenik düştüğümüzden mi sevme yoluna gireriz. Sevdiklerimizi ne kadar tanıyor veya anlıyoruz. Bu soruların cevabı; kişisine göre, duygulanım sürecine göre, kültürel bakış açısına, sosyal yapıdaki rolüne ve eğitimine göre birçok etki unsurundan nasiplenir... 

Tanıdığımızı ve anladığımızı sandıklarımızın bizleri hayal kırıklığına uğrattığı zamanlarda yok değildir hani! Bu yönüyle bakıldığında; sevgimiz mi gözümüzü körelterek anlayışımızın önünde bir engel teşkil etmekte. Yoksa cinsiyetlerden doğan farklılık dereceleri mi anlama eksikliğine yol açmakta. Ya da bizatihi sevgiler mi insanların birbirini anlayıp tanımasının yolunu açmaktadır. Haydi diyelim ki anladık. Yeterli mi? “Ben sana hak verdim, seni anladım” dedik. Sonuca ya da sorunların çözümüne mutlak manada yardımcı olur mu bu peşin kabulleniş. Zannımca tek başına hiçbir değer insanı sonuca götürmez. Mutlu bir paylaşım ve doğru bir anlayış için, pek tabiî ki daha çok değerin bir arada buluşması gerektiğine kanaat edenlerdenim. 

Evet, hem sevgi, hem anlamak, hem de anlaşılmak tarafların birbiriyle anlaşmasının en kuvvetli çimentosudur. Zan ile gerçek arasındaki fark, bu çimentonun tutma derecesindeki mukavemet kadar barizdir. Bu yüzden tutma yoğunluğunu artırmak gereklidir. Anlamaya çalışmak, sabır göstermek, toleranslı davranmak ve anlayış adına çaba harcamak suretiyle bu kıvam yoğunlaştırılabilir. Tam tersi yaklaşımlar çözülmenin yolunu açar.  Her türlü beraberlikte olduğu gibi anlaşmaya dayalı koalisyonlarda da sevgi ve doğru anlama çabası vazgeçilmezimiz olmalıdır. Anlayışı yakalamak ise bahsettiğimiz süreçlerden geçmekle mümkün. Cinsiyete ait farklılıkların sosyo-kültürel anlayışı çok da etkilemediğine kaniyim. Anlayış dediğimiz bu güzel değerin insanlardaki varlığı zarafet iken, yokluğu da düşüncesizliktir…

Mademki böyledir; öyle ise insan sevildiğini bilmeli. Değer verildiğini anlamalı. Sorumluluk sahibi olmalı. Anlayarak anlaşmak isteyenler inceliklerin farkında olur ve bunun kıymetini bilir. Ve yine bilir ki, anlayarak anlaşan, temiz bir duygu ve zarif bir anlayışla sever. Anlaşarak sevenler beraberliklerini mutlu bir paylaşımla zirveye taşırlar. Hatta bu anlayış düzeylerini öyle bir üst seviyeye taşırlar ki, çoğu zaman konuşmadan bile anlaşırlar. Susarak görürler. Gönülden gönüle yol bularak konuşur, dertlenir, gamlanır ya da sevinirler. Böylesi bir paylaşım ve anlayışla nasiplenmişseniz her şeye rağmen nasibinize sahip çıkmanız gerekir. 

O zaman tercihler sizin uhdenizde! Diler anlaşma yolunu dener bunun doyumsuz hazzına ulaşırsınız. Dilerseniz anlayışsızlar kervanında yol alarak hayatı hem kendinize hem de çevrenize yaşanmaz kılarsınız. 

Anlayarak anlaşmanız, anlaşarak sevmeniz ve paylaşmanız dileğiyle. 

16/08/2025

Dergicilik: Sessiz Bir Vefanın Hikâyesi


 

Dönemsel, aylık, iki haftalık ya da haftalık periyotlarla yayınlanan dergiler; içerik zenginliği, reklam derinliği ve sınırsız fikir üretim potansiyeliyle, diğer basılı mecraların ötesinde bir kimlik taşımaya hâlâ devam ediyor.

Evet, hâlâ… Çünkü internetin ve görsel medyanın baş döndürücü yükselişi karşısında, geleneksel medyanın silinip gideceğini düşünenlerin sayısı az değil. Oysa veriler, bu kanaatin aksini haykırıyor. Dergiler, hayatın tam ortasında; sessizce ama derinden iz bırakıyorlar. Öyle ki yaşamın neredeyse her evresi için bir dergi mevcut. Türkiye’de yerel ve ulusal düzeyde yayımlanan yaklaşık üç bin dergi olduğunu biliyor muydunuz?

Ofisimizin köşesinde, kitaplığımızın rafında, arabamızın torpido gözünde... mutlaka bir yerlerde bir dergiye yer ayırıyoruz. Bir satır, bir fotoğraf, belki bir makale uğruna saklıyoruz onları. İçindeki bir reklamın estetiği, bir yazının zihnimizde bıraktığı iz ya da bir görselin taşıdığı anlam, bu yayınları evimizin bir köşesine konuk ediyor. Reklamlarının kalıcılığı sebebiyle dergilere yönelen şirketler var. İlk masalını dergilerden okuyan bir anne-baba ise bu sessiz dostlara ayrı bir sevgi besliyor.

Yazarlar bilir en iyi; fikirlerinin tam anlamıyla ulaşabileceği, yankı bulabileceği mecradır dergiler. Çünkü hepimizden bir parça taşır onlar. Belki bu yüzden “dergicilik vefadır” demişti bir dostum. Ne de doğru demiş… İlk metinlerini dergi sayfalarına dökenler, çocuklarına okuma alışkanlığı kazandırmak için dergi alanlar; nasıl olur da bu dünyaya vefayla bakmazlar?

Dergiler, çığırtkan tezgahtarları olmayan sessiz bir pazardır aslında. Bilgi arayan bilgiyle, fikir isteyen düşünceyle, ticaret peşinde olan fırsatla buluşur bu kıymetli sahnede. Öyle ya, dergiler yaşamın her evresine dokunur; kimi zaman bir katalog olur, kimi zaman bir danışman, kimi zaman da bir minyatür kitaba dönüşür bir yazarın elinde.

Lâkin bu kadim mecranın da yeni nesil sancıları yok değil. İlme ve fikre olan vefanın gölgesinde, tiraj kaygısıyla yapılan yüzeysel tercihler, okunmuyor endişesiyle kısaltılan metinler, görsellerle abartılarak içeriği sığlaşan sayfalar... Dergiyi yaşatmak adına yapılan müdahaleler, zaman zaman özünden uzaklaştırabiliyor.

Ama yine de ayaktalar. Ve iyi ki ayaktalar… Bütçe sıkıntıları nedeniyle kapananların yerini alan yeni dergiler, bu alana gönül verenlerin vefasını temsilen doğuyor.

Yazılı basının kalıcılığına olan inancımızı yitirmeden; bu mecranın sorunlarına çözüm aramak, yapısal yenilikler sunmak bizlere düşen bir sorumluluk. Çünkü belki yarın, bir dostumuzun kütüphanesine koyduğumuz bir dergi; bir fikir tuğlası olarak yükselir.

Selametle,
Veysel Taner Uçar

14/08/2025

Alışılmaya Layık Olanlar

Düşünmeden istem dışı ve kendi rutininde tekrar ettiğimiz, ancak vazgeçmek gerektiğinde direnç gösterdiğimiz yerleşik tepkiler midir sadece alışkanlıklarımız. Rutin dışı alıştığımız şeyler de yok mudur hani? Alıştığımız insanlar, sevgiler, yemekler, ortam ve manzaralar. Tecrübenin ürünü olanları yararlı iken, zararlı alışkanlıkların da gözden geçirilmesi lazım değil midir? Eğer yılların süzgecinden geçen ve hayat adına güzel sonuçların elde edildiği, katkı sunan alışkanlıklarsa bunlar, başımızın tacıdır. Ancak bunun tam tersi ise böylesi bir alışkanlığa tabi olmak eskinin bir tekrarıdır. Bu türlüsü, günü kurtarmak olsa bile ancak yarını yakalamaktan da uzak kalmak demektir. Mekanik bir yaşamın zorunluluklarına boyun eğmek ise her yönüyle gerilemenin bir fotoğrafıdır. 

Evet, alışkınlıklardan biraz uzaklaşmak gerek. Kişisel gelişimciler “alışkanlıklar, öğrenilmiş cahilliklerdir” derler. Bu yüzden adetleşmiş alışkanlıklardan, bildik tekrarlardan, papağan gibi aynı şeyleri yapmaktan uzak kalmak lazımdır. Ancak alışkanlıklarımızı terk etmek de öyle kolay bir şey değildir. Yerleşik hal almış tekrarlardan ve öğrenilmiş kolaycılıklardan vazgeçiş insana zor gelir. Hatta ürkütücü bir korkaklığı içinde barındırır. Öyle ya! Yılların alışkanlığıdır vazgeçilmesi gereken. Hep en kolay yoldan öğrendiğimiz işleri yapmak, yolun aynı yönünden gitmek, aynı kaldırımı kullanmak, yatakta aynı yanımızda yatmak, otobüste hep aynı kenarı tercih etmek, yemekhanede aynı masaya oturmak gibi prensiplerimiz vardır. Neden acaba? Çayımıza attığımız şeker sayısı, yemek alışkanlıkları, kıyafet, saç tarama modelimiz, telefon markamız gibi çok sayıda vazgeçilmezimiz var. Beş dakikada bir telefon ekranına bakmak, eve girer girmez televizyon kumandasına koşmak ve daha nicesi. Hayatı tıpkı otomatiğe bağlamış gibiyiz. 

Araştırmacılar, davranışlarımızın büyük ölçüde belirleyicisinin alışkanlıklarımız olduğunu bildiriyorlar. İyi bir şey midir alışmak. Terkettiğimizde boşluğa mı düşeriz? ‘Yeter aynı şeyleri tekrarlayıp durduğumuz’ deyip doğrulsak. Yumruğumuzu sıkarak üzerine gitsek, kronikleşmiş ezberlerimizden kurtulabilir miyiz acaba? Mesela istikrarlı olarak yürüyüş yapmak, diyet yapmak, yüzmeye gitmek, kitap okumak alışkanlıklarımız arasına katılabilir mi? Sigarayı bırakmayı denemek, aynı saatte çay ve kahve içmekten vazgeçip saatimizi değiştirmek. Kanıksanmış bize çok da faydası olmayan tekrarları öteleyip yenilenmek şart değil midir, hayata umutla bakabilmek için. Nedir alışkanlıklardan kurtulmanın çaresi? Pek tabii ki bu ezberi bozmanın panzehri farkındalıktır. Düşünerek hareket ettiğimizde tekrarlarımızla mücadele edebiliriz. Çünkü alışkanlıktan yemek, alışkanlıktan uyumak, alışkanlıktan film izlemek, alışkanlıktan arabaya binmek, alışkanlıktan alışveriş yapmak... rutinliğin ta kendisidir.  Bunların hiç birisi sizi mutlu etmeye yetmez. Öyle ise her işin gayesi, her yaptığımızın amacı, her adımımızın karşılığı olan bir bilinç gelişmeli insanda…

Elbette iyi alışkanlıklarımızı da sürdürmeliyiz. Alıştığımız dostlarımız, bize iyi gelen sevdiklerimiz, huzur duyduğumuz dağ, ova, köy ve manzaralarına gitmek daha nice alıştığımız güzel şeyler vardır. Bütün bunlar, size katkı sağlıyorsa, zihninize faydalı geliyorsa, yalnızlığınıza ilaç gibi ise, ruhunuzu şenlendiriyor ise fikirleriyle ufkunuzu açıyorlarsa onları terk etmeyiniz. Mavi bir gökyüzünde size nefes aldıran, sabahın güneşi gibi içinizi ısıtan, dolunay gibi gecenizi aydınlatan, bir meltem rüzgârı gibi yüzünüzü okşayan, duygu dünyanıza iyi gelen her ne var ise… Kişi, manzara, gönül insanı. Sadık ve vefalı dostlar. İyi ve güzel arkadaşlar, akrabalar… Yokluğunda özediğiniz, eksikliğini hissettiğiniz, gözünüzün gönlünüzün aradığı, varlıklarında ise mutlu olduğunuz  her ne var ise alışılmaya layık olanlardır. En azından kendimiz için…

Kötü alışkanlıklarınızın yerine iyilerini ikame etmeyi, zamanı kaliteli kullanabilmeyi, her fiilimizin amaç ve gaye sorgusunda olmasını ve alışkanlıklarımızı farkındalık bilinciyle yerine getirerek değişimleri yaşamanızı diliyorum. 

11/08/2025

Ahlak mı Etik mi?

Bilimsel veriler her zaman doğru sonucu vermemekte. Bilim yapanlar da zaten ortaya koydukları görüşlerinde “bizim görüşlerimiz mutlak doğrudur” diyemiyorlar. Bu gün ortaya konan bir tez, ertesi gün başka bir tezle ya da anti tezle çürütülüyor. Yanılmışız deyip yeni olan görüşe uyum gösteriliyor. Bu bilim yapabilmenin yoludur. Özgür düşünce olmadan bilimsel gelişmeye kapı aralanamayacağı düşünülüyor. Bu yüzden bilim çevrelerince vahiy ürünü olan dine ve dini kaynaklara da dogma olarak bakılıyor. Bilimsel bir sav için, din eksenli cevap verilince ilk tepkiyi yine bilme iman etmiş olanlar veriyor! “Bilim bunu kabul etmeden biz kabul etmeyiz” diyorlar. Oysa dinin kuralları mutlak doğruları ele verirken, bilimin bu gün kabul ettikleri yarın kendi ağızlarından reddediliyor. Çoğu; izm, akım, ekol, görüş ve felsefi yaklaşım temelini bu yapıdan almakta... 

Dolayısı ile bilim yapabilmek için bilimsel veriler ve yöntemler ışığında yol almak kaçınılmazdır. Zaman zamanda tüm bilimlere rehberlik yapan vahiyden aşırma kopyacılıklar yapıldığı da bir hakikat değil midir? Peki, nasıl yapılmakta bu aşırma işlemi? Pek tabiî ki benzetme ya da devşirme usulü ile. Sorunların çözümüne yönelik sunulan reçete, evrensel ahlakı parçalayarak, parçalı ahlak adlandırmaları şeklinde karşımıza çıkmakta. Bilim ahlakı, siyaset ahlakı, memurluk ahlakı, tıp ahlakı, meslek etiği vb. Her konuda bir ahlak veya etik kavramlaştırılmış. Oysa vahyin süzgecinden geçmiş genel ahlak kuralları bunların hepsini içine almıyor mu? Bilimin ahlakıyla siyasetin ahlakı, historizmin ahlakıyla hedonizmin ahlakı, fikri akımların ahlakı ile vahiy ahlakı birbirleri ile karşı karşıya geldiğinde; söyler misiniz hangisini tercih edeceğiz? Alın size çatışma kuramı. Huntington’un kulakları çınlasın(!) Yok, çıkarlar bunu gerektiriyor derseniz bu defa; Makyavel’in kulaklarını çınlatmış olalım…

Çoğu meselede olduğu gibi etik konusunda da aynı çelişkiyi yaşamıyor muyuz? Değerlerimizin aşınmaya tabi tutulduğu, her güzelliğin buharlaşarak bulutların arasında seyahate çıktığı inkârı mümkün olmayan bir gerçek değil midir? Dinin merhameti, vahyin şefkati ve sünnetin muamelatı güneş gibi içimizi ısıtıyorken, modernizmin seküler dayatmaları, doğrusu ferdi ve kalbi hayatımızı yoruyor. Hatta öldürüyor. Böylece bilim bahane edilerek dünyevileştirilmiş, modern bir putperestlik icat ediliyor. 

Ne dersiniz? Her bilim alanına bir ahlak tanımı yapılınca; öbür alanlarda gizli bir ahlaksızlık mı tavsiye ediliyor. Bilim adamı bilim ahlakına uyunca ticari ve sosyal ahlakı terk edebilir mi? Siyasetçi siyasi açıdan ahlaklı olunca başka alanlardaki ahlaklılığı terk etmesi mi gerekiyor? Bürokrat devlet idare ahlakına uyunca ilme ve bilme ters davranabilir sonucu mu çıkarılması gerekiyor. Oysa ahlak, ahlaktır! Ve bir bütün olarak ele alınıp, her anımıza ve alanımıza, tüm yaşantımıza müdahale edici olmalıdır. “Bir kısmına uyup bir kısmına uyulmasa da olur” havası estirilmesi, insanın sorumluluğuna da fıtratına da terstir. Aklın kılavuzluğuyla böylesine parçalanmış bir ahlak yapılanmasından zannımca; toplumsal, sosyal, siyasal ve özel hayatların bütününü içine alan kuşatıcı bir ahlak çıkmayacaktır. İçi boş retoriklerle, emirlerle, kanunlarla, kurallarla ahlak oluşturamayız. Ahlak bir iç disiplin ürünü olup, kaliteli mücadelenin hayatlarda yaşam şeklini almış halidir. 

Bilimden nasıl bir ahlak türetilecek bunu ben bilmiyorum. Çeşitli bilim dalları adına oluşturulmuş ahlak tanımının da bana göre içi doldurulmuyor. Ya da doldurulamıyor. İlmin anlı şanlı ahlakı dururken, bilmin kesin olmayan ve kendi kendini yalanlayan, kendi görüşünden kendisi çark eden bir yapısından ne etik ne de ahlak doğması, bence zor görünüyor. Ne Comte’nin pozitivizmi, ne Keynes’in faiz ve para teorisi, ne Freud’un bilinçaltı teorimi, ne Marks’ın diyalektiği ne de liberal düşünce sahiplerinin bilimden yola çıkarak kuşatıcı bir ahlak oluşturabilme ihtimalleri yok! 

En iyisi mi, ilk insandan kıyamete kadar varlığını sürdürecek olan ilahi ölçünün çerçevelediği evrensel ahlaka tabi olalım. “Güzel ahlakı tamamlamak üzere gönderildim” diyen Gönüller Sevgilisinin izinden gidelim... 

09/08/2025

Ya Hayy’a Hayasızlık: Ruhun Hatırlayışı ve Kalbin Sessiz İsyanı

 


İnsan, yaratıldığı günden beri Yaratıcısını tanımaya gayret etti. Allahu Zülcelâl, Hz. Âdem (a.s) ile başlayan beşerî serüvende, her devirde gönderdiği peygamberlerle kullarına kendini hatırlattı ve tanıttı. Ne var ki biz bu süreci yalnızca “fizikî insanlık yolculuğu” olarak görürüz; çünkü ruh zaten Bezm-i Elest’te Yaratıcısını tanımıştı. Ancak bedenle tanışan ruh, bu bilgiyi unuturken, hakikati hatırlamak için içten içe bir özlemle yanmaya başladı.

🌌 Zira ruh için hayat, bizim bildiğimiz gibi bir yaşam tarzı değil; Yaratan’a dönüşe vesile olan ezelî bir arayıştır.
Tutsak bedeninde kıvranan ruh, asıl hayata özlem duyar; bir başka âlemin hatırasını kalbine kazıyan ruh, bedene rağmen diri kalmak ister. Ne hazindir ki, aklıyla övünen insan bu özlemin farkında değildir; ruhunu unuturken Yaratan’ı dışarıdan tanımaya çalışır.

Ama Rabbimiz, Son Peygamber Hz. Muhammed Mustafa’nın (s.a.v) vesilesiyle Kur’ân-ı Kerim’i inzal buyurdu; kendini 99 güzel ismiyle tanıttı. Böylece inananlar, tanımaya çalışmaktan anlamaya ulaşan bir hâl ile dirildiler. Elhamdülillah…

Ya Hayy... Diriliğin İsmi

“Hayy” ismi, hayat sahibi, ezelî diri olan, her an varlığıyla var eden anlamlarına gelir. Kelam ilminde Allah’ın sübûtî sıfatlarından “hayat” bu anlamı taşır. O, ölülerin değil dirilerin Rabbi’dir.

💫 Peki ya “haya”?
Haya, diri kalmaktır; utanmaktır. Allah korkusundan günahtan sakınmaktır. Haya edep demektir; incelik, mahremiyet ve insaniyetle örtülüdür. İnsan hayatına anlam katan, toplumun ruhunu diri tutan en yüce ahlâkî hasletlerden biridir.

İslâm’ın ahlâkı hayadır. Çünkü İslâm, ölülerin değil dirilerin dinidir. Haya, Allah’ın Hayy isminin tecellisi olarak, kalpte yaşayan bir aydınlıktır. Kim bu diriliği yaşarsa, onu taşıyan ruh da mahcup olmaz.

İlk Haya, İlk Utanç

Hz. Âdem ve Hz. Havva'nın cennetten dünyaya hicretine sebep olan nedir? Haya…
O örtünün aralanmasıyla baş gösteren utanç, onları yeryüzüne indirmiş; bir ömür pişmanlıkla tövbe etmelerine vesile olmuştur. Bu utanç, hayanın en kadim tezahürüdür.

Bugün Ne Haldeyiz?

Bu satırları utanarak yazıyorum. Ya Hayy olan Allah’a sığınarak… Çünkü:

  • Fuşiyatın arttığı bu çağda edep ve hayadan bihaber yaşadık.
  • Cebrail’in (a.s) bile haya ile süzüldüğü vahyi unutup, peygamberleri yok saydık.
  • Sağlığa ve varlığa kavuştuğumuzda unuttuğumuz Allah’ı, yoklukta hesap sorar gibi hatırladık.
  • Özgürlük adına bedenlerimizi; fikir adına zihnimizi ulu orta açtık.
  • Açlığın yaşandığı coğrafyaların dibinde, gösterişli iftar sofralarında zikir çekerken İslam’ı bir “moda”ya çevirdik.
  • Hakkı ödemeyip nasihatle geçiştirdik.
  • Bir annenin gözyaşını görmezden gelip aldığımız spor ayakkabıyla sosyal medyada nefsimizi şımarttık.
  • Zeytinle iftar eden, hatta onu bile bulamayanları hiç saymıyorum bile…

Dirilik Mi, Hayasızlık Mı?

Ar damarımız çatladı. Edep duvarlarımız yıkıldı. Haya yerini hayasızlığa bıraktı.
Ve biz, ölmek üzereyiz…
Ruh çırpınıyor, özgürleşmek istiyor. Ama biz ona alem sunmaya çalışıyoruz. Oysa ruh Allah’ı biliyor; biz onun bildiğini unutturmakla meşgulüz.

🕊️ Ya Hayy... Bize diriliğin iksirini sunuyor.
Haya sahibi olun diyor. Çocuğumuza, eşimize, insanlara ve en mühimi Kendisine…

Peki nasıl mı haya sahibi olunur?
Bakınız peygamberlerin ve âlimlerin hayatlarına…
Onların edebi, bizim diriliğimizin hatırasıdır.

Selametle,
Veysel Taner Uçar

07/08/2025

Adil miyiz?

Bireysel, özel, genel, sosyal ve yönetimsel anlamda Allah (cc) ın koymuş olduğu en önemli ölçülerden bir tanesi de adalet değil midi? Zira hayatların dengede kalması, haksızlıkların önlenmesi ve kargaşaların engellenmesi adına; ne kadar da muhtacız onun gerçekleşmesine. Öyle değil mi? Adalet nedir sorusuna çoğumuz; hakça bir hayat yaşama, adil paylaşım ve herkesin birbirinin hukukuna riayet ettiği düzenin varlığı olarak tarif eder. Adaleti tesis eden kanun ve nizamlar silsilesine de biz hukuk sistemi diyoruz elbette. İnsanların yasalardan gelen hakları olduğu gibi bizzat kendi varlıklarının, diğer insan ve canlılar ile iletişimlerindeki hukuku da adaletin ana içeriğini oluşturuyor. 

O zaman “adil miyiz?” sorusunu da kendimize sormamız kaçınılmazdır. Şayet adaletten söz edeceksek! Bizim, kurum ve kişilerden adalet beklentimiz en yüksek düzeyde olduğuna göre; “biz başkalarına adil miyiz” sorgusunda olmak, adalete bakışımızın da ipuçlarını verir. Devlet yönetimi olarak adil bir sistemin önemi kadar, bireysel adalet de oldukça önemlidir. Zira sosyal yapı insanlardan oluşmaktadır. Birey, sübjektif olarak kendisine adil davranabiliyorsa kendiyle ve çevresiyle de barışıktır...

Elbette adalet çok yönlü tartışılacak bir konudur. Sadece yazılı kaynaklarda karşılığını bulmaz. Toplumun genel geçer kabul ettiği, fiili olarak hayatta uygulanan kural halini almış normlarda adaletin içindedir. Öyleyse bireysel adalet diye sözünü ettiğimiz iç ve dış barışın tesisi için; her türlü diyalogun, eylemin ve fiilin hak ve hukuk çerçevesinde gerçekleştiği bir yapıda olması gerekir. Yazılı, sözlü ya da devlet otoritesi ile tesis edilmesine bakılmaksızın geçerli saydığımız, bireyin kendi vicdanında kabul gören ve hakça benimsenen her şey adalettir.

Adaletin iyi çalışmadığı ya da geç çalıştığı yönetimlerde biz biliyoruz ki, insanlar kendi adaletlerini kendileri tesis etmeye çalışıyorlar. Bu da başka adaletsizliklere yol açıyor. Hayat öyle başıboş değildir. Bir arada yaşama ihtiyacı içinde olan insan, bir arada yaşamak istediği ailesiyle, çevresiyle ve toplumla barışık olmak durumundadır. Ailenin ve toplumun üyesi olmak, kişiye bireysel sorumluluk yükler. Kendi ailesi, eş, dost ve çevresinde insanın sorumluluk alanları vardır. Birisi için hak gibi görünenin diğeri için sorumluluğu olduğu kadar, bu hak ve sorumlulukların tek taraflı görülmesi, pek tabii ki bencillik değil midir? Herkesin herkesten beklentileri olduğu kadar sorumlulukları da olacaktır. Bir hakkın kullanılması, başkalarının hakkını gasp etmemelidir. Size göre de öyle değil mi?

Adalet denilince işin içine; kanaat, vicdan ve içsel boyut da girmektedir hiç şüphesiz. Herkes bu yönüyle kendini eğitmeli, geliştirmeli yakınlarına ve topluma karşı sorumluluk hissetmelidir. Bir kusur olduğunda hep dışa dönük değil, kendisinde de kabahat payı arayabilmelidir. İlla ki yasalarla sağlanan bir denetim de değildir adalet mekanizması. Hoş görünün ve insan olma onurunun güvenilir bir şekilde ve yaşam içinde sağlanması için, her birey ortak sorumluluk almalıdır. İnsanın adalete uygun davranması için ille de yasaların zorlamasına ve emniyet birimlerinin denetimine ihtiyaç bulunmasa gerektir! İç-öz denetimle, vicdani ve akli sorumlulukla bu mükellefiyetler yerine getirilebilmelidir.  

Bu sorumluluk, aynı zamanda kim olduğumuz, ne olmak istediğimiz ve nereye varmak istediğimizin de karşılığına denk gelir. İşte her türlü sorumsuz davranış, söz, fiil veya eylem, hakkı çiğnenen insan demektir. Çevresine karşı cürüm ve eziyet demektir. Kendine hak gördüklerini başkalarının hakkına girerek elde eden kişi, zulüm yapan kişidir. Kendini farklı bir yerde görüp, dünyanın merkezi benim diyerek üst perdeden takılan, başkalarını da kendine kul yapmak isteyenin vay haline! 

Adaletin keskin kılıcı bir gün gelip, zalimlerin de kolunu kanadını kesecektir... 

03/08/2025

Temmuz Sonunda

Son yılların en sıcak Temmuzunu yaşadık. Daha kötüsü orman yangınlarıyla ciğerlerimiz de söndü. Kavrulduk. Eskiden böyle olmazdı Temmuzlar. Bu defa öyle olmadı. Unuttuklarımızı, ihmal ettiklerimizi, ötelediklerimizi hatırlatırken içimizi de yaktı. Unutmak cesaret ister. “Haydi unut da görelim” dercesine… Sıcak terli günler hafızamızın kıyılarına yolculuk yaparak başköşeye oturdu. Eski bir şiiri mırıldanırcasına. Kabuk bağlayan yaralarımızdan tekrar kanadık temmuzlarda…

Bu ay sanki bir iç aynası gibi. Yılın yarısının devrildiği ancak tamamlanamadığı, bir mektubun sonunun yazılamadığı, bir şarkının son notasının okunamadığı bir dönem. Bir buluşmanın ertelenmiş, bir vuslatın kavuşulamamış bir vedanın gerçekleşmemiş yüzü gibi… Yıl bitmemiş daha geride beş koca ay vardır. Ne olursa olsun takvim halen bir umut saklıyordur. Gökyüzünün parlayan yıldızlarından her biri kaydığı bu zamanda sitemlerimizin biri daha kaybolup gider hayata dair. 

Temmuz öğretir bazı gerçekleri. Güneş ne kadar kavurucu olursa olsun, ormanlarımız gibi ciğerlerimiz ne kadar yanarsa yansın bir gün mutlaka serinleten rüzgarlar ortaya çıkacaktır. Bir damla yağmur düşecektir. Bir bulut tepemizin üzerine gelip bizi gölgeleyecektir. Kimimizin çatlağını onarırken kimimizin gözyaşına eşlik edecektir. 

Temmuz ağır geçti bu sene. Yine öğrendik ki her yanış bir serinlik umudu saklıyor içinde. Her susmak söylenecek daha çok şeyin var olduğunun habercisi. Her sitemle sevgiye dair bir başka dil türetiriz içimizde. Aylardan misalle kendimize yolculuk yapmaz mıyız çoğu zaman? Tıpkı Temmuz gibi; bir yanımız ateş gibi kızgın, bir yanımız dal gibi kırık, cam gibi dağınık. Diğer yanımız ise suya kavuşarak toprağa tutunmuş ağaç gibi bir umuda tutunmuş…  

Yüreğimizde sevgiye dair bir nüve oldukça içimiz kavrulsa da yanan ormanların tekrar hayata tutunması gibi yeniden filiz verecektir. Bütün yanmalara inat, var olmanın, tutunmanın hatırlandığı bir zamandır temmuz sonu. Terin yüreklere akma mevsimi sona ermiştir. Gölgelerin suskunluğu, dalların ve yaprakların kımıldamaya erindiği, kirli yapışkanlıkların dağılmaya başladığı, beklemelerin vazgeçişe döndüğü, sabrın eziciliğine teslimiyet ile istemsiz kabulün uygun görüldüğü şu dönem. Biraz göğe biraz da kendimize bakıp işte Temmuz da gidiyor, beklediğimiz ne varsa Ağustos’a kaldı der gibi...  

Umutla sitemi kardeş yaparken, insanı en çok susturan kavruk duyguların mevsimi Temmuz. Gidebilirsin artık!  Yaktığın yetsin tabiatı. Senin kırgınlığın bile sıcak, sitemin bile ter kokulu. Cimriliğin sana kalsın hazana yaklaştı ömrümüz daha ne kadar sabır çektireceksin. Serin suları bekliyor artık yorgun yüreğimiz. 

Ateşten yanan kalbimiz ve duaya açılmış ellerimizle…

Ah O Kapıdan Kovulduğum Gün




Fikirlerimin kapısından kovulduğum gün neredeydiniz.
Ne o?
Yeni fikirler açınca bana kapılarını ilm dilenir oldunuz..
Oysaki fikirsizlik ayazında donmalardan döndüm,
İki kelam hayratından dilenir oldum,
Hakaretin askeri cehalet söverken bana
Sizlerin eğlendiğinizi çok gördüm.
Baktım bu iş kördüğüm.
Dumanını sevmiyorsan yakmayacaksın ateşi.
Yaktığım ateş yanarken asıl benmişim söndüğüm..
Ah o kapıdan kovulduğum gün neredeydiniz?

02/08/2025

Kim Köle


Zaman zaman, sistem köleliği üzerine yapılan yüzeysel tartışmalar ve bu tartışmalarda kullanılan yakışıksız benzetmeler insanı derinden düşündürür. "Reddet, diren, hayır de" gibi sloganlarla şekillendirilmeye çalışılan çıkmazlar, kişiliksiz ve şekilsiz mecralarda sempati bulsa da, biz bu çıkışların sonunu tecrübe etmiş bir duyarlılıkla hareket ediyoruz. Amacımız, ihtirastan değil, ihtimamdan yana bir duruş sergileyerek kimsenin zarar görmemesini sağlamak.

Ancak asıl meseleye dönelim: Kendi kusurlarını görmezden gelen, iç disiplinini sağlayamayan ve ahlaki zaaflarını aşmakta başarısız olan kişilerin, samimiyetsiz bir insancıllık maskesi takarak sahneye çıkmalarıdır. Bu kişiler, misyonlarını tamamladıktan sonra her şeyi unutup, balık hafızası misali yokluk denizinde kaybolmaya devam ederler. Bu sadece bireysel bir zaaf değil, aynı zamanda toplumsal bir körlüktür.

Şimdi asıl soruyu sormanın zamanı: Kim neyin kölesi? İnsanlar, ellerindeki iPhone’un mu kölesi, yoksa fikir çilesi çekenler mi köle? Teknolojinin esiri olmak, sadece bir cihazın değil, tüketim kültürünün de kölesi olmaktır. Oysa fikir çilesi çekenler, hakikati arayan özgür ruhlardır. Bu kişiler, zihin ve ahlak özgürlüğünün sembolü olarak topluma bir ayna tutar.

Gerçek özgürlük, yalnızca fiziksel zincirlerden kurtulmakla sınırlı değildir; zihinsel ve ahlaki bağımsızlığa ulaşmak, insanın içsel huzurunun ve toplumsal uyumun temelidir. Nefse ve şeytana direnebilmek, bireyin kendi değerlerini koruma ve geliştirme yolunda attığı en önemli adımdır. Bu bağlamda, özgürlük yalnızca bireyin yaşamında değil, toplumun geleceğinde de belirleyici bir rol oynar.


30/07/2025

VAR MIDIR?

“ Var mıdır?

Gökyüzünde şeytana aşık bir melek

Denizin üzerinde el ele tutuşanlar


Var mıdır?

Karanlıkta çığlığıyla susan deli

Hücre deliğinden, göz göze bakışanlar


Var mıdır?

Şamdandaki mumu söndüren gözyaşı

Aşkıyla tek gece, rüyada buluşanlar


Var mıdır?

Anne mektubuna düşen bir damla kan

Zindan fareleriyle, mutlu yaşayanlar


Var mıdır?

Örümcek ağlı aynada gözüken bir ruh

Köhne odalarda, eşyayla konuşanlar


Var mıdır?

Billur gözlü güzelin, ölüsüne konan kuş

Darağacını görünce sevincinden koşanlar


Var mıdır?

Hayatı yeniden yazacak bir kalem

Sonundan habersiz, kaderine yapışanlar


Var mıdır?

Ey! Bilinmeyenleri bilen meçhul, söyle!

Ölümü bekleyip, ahirette kavuşanlar”


29/07/2025

Demokrasinin Kırılganlığı Üzerine Tesbit


Platon'un zamanın yönetim sistemleri üzerindeki eleştirisi, insanlık tarihinin en önemli siyaset tartışmalarından birine ışık tutar. Onun görüşüne göre, hiçbir sistem kalıcı bir mükemmellik taşımayacak ve demokrasi de bu kaderden muaf olmayacaktır; çünkü Platon, demokrasinin yozlaşarak despotizme dönüşebileceğini öngörür. Bu vizyon, yönetim sistemlerini salt bir güç merkezi olmaktan öteye taşıyıp, etik ve adaletle çevrilmiş bir yapı haline getirme ihtiyacını ortaya koyar.

Demokrasi, kimi zaman bir kurtarıcı olarak algılansa da, Aristo’nun eleştirisiyle farklı bir perspektife oturur. Aristo, demokrasiyi "dejenere bir siyaset" olarak tanımlayarak, sistemin içinde barındırdığı tehlikelere dikkat çeker. Ona göre, gücü elinde bulunduranlar kendilerini sınırlamadıkça, yetkilerini kötüye kullanma riski kaçınılmazdır. Toplum, iyilik ve ahlak (Aristo’nun felsefe olarak tanımladığı bu değerler) üzerine temellenmedikçe, demokrasi sakıncalı bir rejim haline gelir. Bunun sebebi, insanın doğasında yer alan bencillik ve çıkarcılığın, dürüst bireyleri manipüle edebilme gücüdür. En çok bağıran ve en yüksek sesle yalan söyleyenlerin zirveye ulaşması, bu sistemin en büyük kırılganlığı olarak öne çıkar.

Bu görüşler, bugün hâlâ geçerliliğini koruyan soruları beraberinde getiriyor: Demokrasi mükemmel bir çözüm değilse, nedir çözüm? Güç sahipleri kendilerini nasıl sınırlayabilir? Toplumun etik değerlerle harmanlanması nasıl sağlanabilir? Bu soruların cevapları, yalnızca sistemin değişmesinde değil, toplumun bireylerinin değişiminde de yatmaktadır. İyilik ve felsefe, toplumların köklü dönüşümünde anahtar rol oynar. Çünkü bir toplumun en güçlü kalesi, yönetim sistemlerinden önce bireylerin erdemidir.

Demokrasi obsesiflerini düşündüren bu kavramlar, hem bireysel sorumluluğa hem de toplumsal ahlaka çağrı yapıyor. İnsanlık, yalnızca seslerin değil, değerlerin hâkim olduğu bir dünya için mücadele etmek zorunda. Gücü yalnızca adalet ve iyilikle sınırlandıran bir anlayış, hem demokrasiyi hem de diğer yönetim biçimlerini aşan bir vizyonun kapısını aralayabilir. Bu yazının amacı ise soruları çoğaltmak, cevaplara yönelmekten önce düşünceyi derinleştirmek. Çünkü düşünce, değişimin ilk adımıdır.

08.05.2015

27/07/2025

Bir Garip Cephe


Düşün her yerde kargaşa her yerde isyan
Ortalık nefret ve kan
Kan içinde suratı
Dizleri üzerine çökmüş dostluk
Ve yenmek üzere düşman
Öyle bir düşman ki bakmıyor avazımıza
Ve diğer tarafta Kör ve paslı bıçağını dayamış hayatın zalimliği boğazımıza
Biraz daha geride olanlar daha bi acı daha bi başka
Orada da düşman sürmüş kahpeliğiyle üzerimize süvari birliğini
Biz ise inadına ona doğru koşmuşuz,
Kesik kollarımız kanaya kanaya dört nala

2005

26/07/2025

Dünyayı görmek için kalbe bakmak



Ariel Winter in iri göğüsleri kendisine çok sorun olduğu için bıçak altına yatmış. toplum olarak çok mutluyuz. Acununda Fb yi alma dedikoduları asparagas birçok haberle çıkmaz bi şekil alıyor. Doğru bir kaynak arıyoruz.

Bu arada;
-AFAD'ın ‘Şefkat Gemisi' Yemen’nin geçici başkenti Aden ' e ulaşır,
-Suriye de sözüm ona ateşkes başlar,
-Stockholm'deki Botkyrka Türk Kültür Derneği'ne yapılan saldırının Ankara patlamasıyla aynı döneme gelmesi önemsenmeyerek haberi dahi duyulmaz,
-Durduk yere Mogadişu'da insani yardım faaliyetlerinde bulunan Türk sivil toplum kuruluşu çalışanlarına yapılan saldırıyı kimin düzenlediği hakkında bilgimiz olmasın diye yılbaşı haberlerini ön plana çıkartılır,
-Siper saldırılarla ilgili Türki Cumhuriyetlerden oluşan bir tim kurulur ve bunun Amerika ve Rusyayı endişelendirmesi önemsenmez,
-Nato ve Ab sözcülerinden "Türkiye haklı kardeşim" çatlak sesleri çıkınca skandal sex kasetleri ortaya çıkar,
-Ukrayna eurovision da Türkçe nakaratlı şarkıyla 1944 zulmünü dünyaya kapak olarak verir ve kimse mesajı anlamaz,
-Türklerle yapılan anlaşmalar yüzünden arabistana amborga haberleri ajanslara düşer,
-Somalide hala Abdulhamit adına okutulan cuma hutbeleri kimseyi değilde vatikanı rahatsız eder,
-Papaz ve patrik hangi dağda kurt öldüyse 800 yıl aradan sonra tekrar buluşup birlik mesajı verir, bu arada ağızlardan 3. dünya savaşı cümleleri dökülür,
-Mısır da darbe demokrasisi 7 yaşındaki çocuğa müebbet verir, bunu sadece İngiltere alkışlar,
-Avrupa da müslüman artışı batıyı din faşizmine sürükler.
-Bu arada laikliği öne atan yahudiler Kabalayla yönetilir söylemleri hala gazaete dahi okumayanlarca reddedilir.

Çoğundan bi haberiz değilmi?
Değişime kendinizden başlayın. Dünya ne halde biz ne haldeyiz diye sorgulamaz ve bu sorguya evimizin içinden başlamazsak
"...Bir toplumu oluşturan fertler kendi iç dünyalarındakini değiştirinceye kadar, Allah onların oluşturduğu toplumu değiştirmez" (R'ad, 11) uyarısını anlayamaz ve sadece toplumu eleştirmekten öteye gidemeyiz.
Dünya uyumuyor ey müslüman sende uyan uyan artık.

27.02.2016

24/07/2025

Nerede Değilim?

 

-üç gün dedin beş gün oldu daha ne zaman gidecekler?” Dedi kadın

-çocuğun okul işi hallolsun gidecekler, niye böyle yapıyosun?” Dedi adam

Yemekler yapılmıştı yardım da etmiştin kadın yorulmasın diye. Sevimsiz çocuğunu bile oynatmıştın çocuk ağlayıp da annesini kızdırmasın diye. 

Çıktılar odadan

-hadi bakalıııım herkes sofraya acıktınız dedi kadın

Sen zaten az önce duyduklarından mütevellit bir çuval taş yemiş kadar doymuştun zaten. Yine de minnet duyuyordun, zor zamanında evlerini açmışlardı sana. Aslında kaplayabileceğin en küçük alanı kaplamaya çalışıyordun. Küçük çamaşırlarını mümkünse elinde yıkayıp gece herkes yatınca odanın balkonuna asıp sabah tertemiz giyiyordun artık nemli falan hemen kuruyordu üstünde. Öyle otururken telefonu falan çok almıyordun eline milletin gözüne batmamak için işte tuvalette falan hızlı hızlı ne kadar bakabilirsen. 

Yemekler servis edilmeye başlandı sofrada ve ennnnn sevmediğin yemeği (ki evinizde olsan “elli kere ben bunu yemem ya başka yemek yok mu ? Derdin”) az önce yediğin taşların, kayaların üstüne başladın kaşıklamaya. 

Bu evde sanki saatler dakikalar değil, saniyeler bile saatlerce uzuyordu. Şöyle bir televizyonun karşısında hiç bir şey umurunda olmadan uyuyakalmak için neler vermezdin. Hani o üzeri delinmişti de bir türlü tamir sırası gelmedi diye hayıflanmıştın; hah işte o kanepe. Üstelik televizyonda ev sahibi izliyor diye izlemek zorunda olduğun hiçbir şey yok. Kumanda sende. Nereyi canın istiyorsa orayı aç. 

Çok özledin; evini, istediğin zaman duş alabilme, çamaşır yıkayabilme, istemediğin sebzeyi pazardan almayabilme özgürlüğünü özledin. Minnetin ağırlığı ezdikçe ezdi seni, gidebilmeyi özledin. 


Aç gözlerini yazı bitti, şükredecek var. 

Şimdi diğer her şeyi bırak aksınlar seninle. Buzdolabında yemek zorunda olmadığın sebzeler mutlu, sen özgür televizyonda çok kıymetli boş boş şeyler, düşünsene kumanda sende ve sen o değiştirme sırası gelmeyen kanepedesin. 

Sadece düşüncesi bile yetti seni üzmeye, ezmeye

Öyleyse hamd et kendin için ve dua et onlar için. Selamet dile. O çatının altındaki tüm bekleyenler için. Kadın için, adam için ve kalan için ve kendin için

22/07/2025

Dimağımda Parlayan Şua ve Empati





Empati; hepimizin bildiği bir kelime. Karşındaki kişiyi daha iyi anlayabilmek ve ortak bir algı oluşturmak için yaptığımız şey. Karşındakini anlayabilmek için onun gibi düşünebilmek.
Geçen bir sohbet meclisinde bazı tasavvuf kitaplarının bizim üstümüzde neden bir etki oluşturmadığından bahsettik. Acaba neden.?

Konuyla ilgili bazı felsefecilerin ve psikologların yazılarında şu algılara denk gelmiştim;
"Bir kitabi anlayabilmek için yazar gibi düşünmek ve hatta onun gibi yaşamak gerek. "
Aynı zamanda bu yöntem bazı cinayetlerin çözümünde cinayet ekiplerinin kullandığı yöntemlerden de biridir. Katili bulabilmek için onun gibi düşünmek...Yani karşındakini anlaman için onun gibi davranman şart.

Konu empati değil aslında. Farklı bir versiyonu.
Yazara empatimi yapmıyoruz, yazar gibi mi yaşamıyoruz yoksa onlar gibi davranmak işimize gelmiyor da, istemeden de olsa bilgi yüklü merkep konumuna girmek için mi okuyoruz. Konu bu. Biz bu konuda tartışırken
Üçüncü konumu düşünmek dahi istemiyor ve kimseye yakıştıramıyor olduğumuzdan es geçtik.

Peki ya diğer iki kısım? Acaba yazara empatimi yapamıyoruz. Çünkü onlar gibi yaşamak için empati gerek.
Örneğin Risale-i Nur külliyatının ağır dilinden, yani anlaşılamamasından mustarip olan tanıdıklarım oldu. Mesele yabancı kelimeleri Türkçeleştirmek değil. Anlamı manayı idrak edebilmek. Manayı idrakte zorlandıklarından bahsettiler.

Tam bu konuyla alakalı olarak Seyda Muhammed Konyevi (k.s) Hz. nin yaşadığı bir olay geldi aklıma.
Seyda Muhammed Konyevi (k.s) Hz. ne (sözde O'nu talebelerinin yanında rencide etmek amacıyla) bir "Kalbim Temiz" ci insan gider. Seyda Hz. ne sorar.
-"Yahu siz çok mu lazımsınız. Siz olmadan da bu din olmaz mı. İlla bu kitaplarınızı okuyup bu işlerde size biat etmek zorunda mıyız" der. "Nedir yani benden İmam Gazali (k.s) olmaz mı?" diye de çıkışır mübareğe. Mübareğin verdiği cevap mübarekliğinin kerameti niteliğinde tabi.
"Biz demiyoruz ki çıkmaz. İmam Gazali(k.s) gibi olmak için onun yaptıklarını yapman gerek . Bizde o ne yaptıysa onu yapıyoruz. Yapmadan olanı görmedik".

Şimdi risaleleri, İmam Rabbani(k.s)ın mektubatlarını , İmam Gazali(k.s) nin kitaplarını okuyan kişiler, onların yaptığını yapmadan nasıl o kitapları idrak etmeyi düşünürler ki.
Anlamak başka. İdrak başkadır. Tatbik başkadır.
İdrak için tatbik gerekir.
Sen İmam Rabbani(k.s) gibi derslenip zikir çekmezsen, kitabında anlattıklarının idrakine nasıl varacaksın. Sen İmam Gazali gibi bir yaşantı seçmezsen O'nun " Bedenine değil kendine değer ver, ve gönlünü olgunlaştır ! Çünkü kişi; bedeni kadar değil, ruhu kadar insandır" sözünü nasıl idrak edip yaşantına koyacaksın.

Sohbet meclisinde hunharca geçen tartışmaların sonucunda vardığımız sonuç:
Allah; hepimizin dimağında kodlanmış olan şuaların, mübareklerin sözlerini idrak ederek, kuran-ı anlama ve uygulama tatbikiyle islam nuruna varmasını nasip etsin.


2016
 Sözleri
http://www.neguzelsozler.com/ozlu-sozler/imam-el-gazali-sozleri.h


20/07/2025

Dü Ab-ı Paronoya


Kalbim;
Fırtınalı denizlerin bilinmeyen en derin dibi
İçimdeki karanlığa inat.
Sancılı gecelerin pembe gülüşleridir sevgili
Ve bazen de sevgi,
Travmadayken kurşunlamak bir denizi.
Akıl hastası misali.
Dü abı birbirinden kopartmak ister gibi.

Mümkün mü? Değil tabi.
Sende bilirsin.

Çünkü;
Yaşam kargaşasının cehennem sıcaklığı hayata serpilmiş
Hep mi böyleymiş
Sen söyle ben bilmem; demek ki öyleymiş
Burada mısın yoksa karşımdaki hayalin mi
Bilmiyorum...
Bilmiyorum...

Ama şundan eminim
Ölüm serinmiş güze değmiş
Sevmek yaşamdan gelmiş.
Ayrılık vermiş.

Doğrumu? Pek tabi.
Ölüm acısı gibi bazı ayrılıklar...

2003


19/07/2025

Eylemin Hikmeti


Ariflerin "Önce usül sonra vusül" sözleri, insanı bir yolculuğa çıkmaya davet eder: düşünceden eyleme, niyetten amele. Bu anlayış, bir fikrin sadece zihinde hapsolup kalmasının yetersiz olduğunu, ancak harekete geçtiğinde gerçek anlamını bulduğunu açıkça ortaya koyar. Ameller niyetlere göre şekillenir, ancak niyetin sadece düşüncede var olması yeterli değildir. Gerçek niyet, hayata geçirildiğinde sahih olur; işte bu yüzdendir ki eylem, niyeti taçlandırır.

Aliya İzzetbegoviç’in "Dünyayı dua değil eylem kurtaracaktır" sözü de bu bağlamda derin bir anlam taşır. Dua, insanın niyetiyle Rabbine yönelmesidir; ancak dua, eylemle birleştiğinde tam bir inanç tablosuna dönüşür. Kur’an’da geçen "İnandık demekle hesaptan kurtulacaklarını mı sandılar?" ayeti, insanın sadece inanarak değil, inancını eylemleriyle ortaya koyarak kurtuluşa ereceğine dair bir hatırlatmadır. Bu ilahi vurgu, bizi niyetten somut bir adım atmaya, harekete geçmeye davet eder.

Bir niyetin eyleme dönüşmesi için hikmetle hareket etmemiz gerektiği aşikârdır. Rabbimizden, ilmiyle amel edenlerden olmayı ve niyetlerimizi hayata geçirip eylemlerimizle hakiki bir kulluk yolculuğuna çıkmayı nasip etmesini dileriz. İlmi artırmak, eylemi sağlamlaştırmak ve niyeti amele dönüştürmek, insanın varoluşunun merkezindeki erdemlere açılan kapıdır.

Dostlar gelin beraber fikirden eyleme giden yolun önemini bir kez daha düşünmeye ve yaşamımızda bu ahlaki perspektifi rehber edinmeye çalışalım. Çünkü asıl hikmet, niyeti amel ile buluşturarak anlamın zirvesine ulaşmaktır.

Selametle

16/07/2025

SARHOŞ

 “Beyhude geçti gençliğim benim

Meyhanede bitti sayısız gecelerim

Bardaklara aktı hep hayallerim

Geride kalan bana, sarhoşluk oldu

Avare gezdim şişeler arasında

Huzuru aradım meyhane kapısında

Donup kaldım gerçeğin karşısında

Eridikçe damlayan, gözyaşım oldu

Biçare yapıştım kadehin dibine

Ümidimi kattım mezemin içine

Geleceğimi yedim leblebi niyetine

Çıkardığım bir avuç kusmuğum oldu

Daldım şarabın geniş havuzuna

Kapıldım viskinin derin dalgasına

Takıldım rakının yeni oltasına

Çırpındıkça verdiğim, yüreğim oldu

Kızdım, bu aşka düşüren kadere

Attım elimdeki şişeyi azgın denize

Haykırdım gökteki yıldızlara boş yere

Pişmanlığım tövbe değil günahım oldu

Kaçtım kovaladıkça beni iyilikler

Durdum aniden döndü felekler

Kurtarır diye uzattığım şu kuru eller

Boş kalınca yıkılan, hayalim oldu

Yalvardım benliğe, beni bıraksın diye

Sığdırdım nefsimi bir küçük şişeye

Tıpa yapıp dilimi, kilit vurdum kalbime

Patlayan sonunda, sadece beynim oldu

Sayısını bilemedim içtiğim illetlerin

Hesabını tutamadım çektiğim zilletlerin

Yeni bir hayat için verdiğim zahmetlerin

Sonu hüsranmış meğer, hepsi yalan oldu

Dayan! Ey Sarhoş! Çıksa da bu canın

Ayılacaksın birgün, hele gelsin o ânın

Hepsi zarar çıkan yaptığım bu hesabın

Tek kârı diye sevindiğim, son nefes oldu”


15/07/2025

SABIR



“İnsanların üzerine öyle bir zaman gelecek Müslüman ca yaşayan kimse avucunda ateş tutan kimse gibi olacaktır.” diyor efendimiz. O devir bu devir midir acaba. 
Kim bilir…

Bu devirdeki en zor şey sanırım imanı muhafazadır. Kanımca imanı muhafaza etmek iman etmekten daha zor bir hale gelmiştir. Düşünsenize her adımımız ayrı bir batak. Her hamlemiz, yediğimiz lokmalar ve insan ilişkilerimiz. Hepsi bataklıktaki ayrı çukurlarımız. Bu bataklık gül bahçesine çıkar biliyoruz ve gül bahçesinin özlemiyle bata çıka yol almaya çalışıyoruz. Ama ya yolda karşılaşacaklarımız. Ne kadarını kaldırabiliyoruz yaşadıklarımızın. Başımıza gelen her musibette “Neden ben!” diye sormuyor muyuz. Travmalarımız , stres ve psikolojik rahatsızlıklarımız neyin sonucu acaba? Gül bahçesine ulaşmanın sırrı nedir.

Gül bahçesine ulaşacağımıza dair inancımız ne kadar? “Sizi bir imtihan olarak iyilikle de kötülükle de deneyeceğiz.” (Enbiya, 35) buyruğuna ne denlidir imanımız.

Evet iman. İmanın neresindeyiz. Yahu konu başlığı sabır, imanla ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. Nasıl alakalı olmasın. İmanı muhafaza sabır işi değil midir. Öyle ya. Muhafaza dirençle olur.
İman dil ile ikrardan yani sadece bir söylemden ibaret olmayıp kalp ile tasdik edilmesi ve bu tasdikin davranışlarımızı belirlemesi ve aynı zamanda hayatımıza yön vermesi değimliydi. Bu davranışlarımızdaki istikrarı nasıl daimi kılacağız. O zaman imanı muhafaza için sabretmek gerekmez mi.” Başına bela gelip de hoşnutluk ve sabır göstermedikçe hiç kimse imanın tadına varamaz " dememiş miydi Cüneyt-i Bağdadi (Rahimallahu Aleyh)

Peki nedir bu sabır? Nasıl olur, nasıl yapılır? Sabır hakkında bildiğim en önemli şey zordur. Birilerinin dediği gibi eylemsizce beklemek ya da acizlikle tahammülünü zorlamak değildir. Allah’ın vaadine güvendir sabır. O yüzden de eylem işidir. Çünkü Allah’ın vaadi, çalışanlaradır. Sabırla çalışana. Kararlılıktır, dik durmadır. Sürekli bir mücadeledir sabır. Yiğit işidir anlayacağınız. Razı olmamak değildir sabır. “Bazen bir şeyi kerih görürsünüz. Halbuki o şey sizin için bir hayırdır. Ve bazen da bir şeyi seversiniz, halbuki o şey sizin için bir şerdir. Ve Allah Teâlâ bilir, sizler ise bilmezsiniz.”(Bakara-216) ayetini referans alıp; gelene rıza gösterip isyan etmeden hayrından medet ummaktır. Mevlana hz. lerinin buyurduğu gibi sürekli yaz olsaydı bahçedeki çiçekler yanmaz mıydı.

Ahir zamandaki bataklıklardan; sabır küfemize mukaddes sır ve rıza yükünü yükleyerek imanımızı kaybetmeden çiçek bahçesine varacağımızı ümit ediyorum.

Allah iyilerin ve bu yola baş koyanların yardımcısı olsun.

Selametle

13/07/2025

Merhaba Doktor



Merhaba doktor!
Hayır hayır! Otur lütfen ve panik yapma.
Sadece ufak bir kaç sıyrık bu gördüğün yara.
Asıl yara kalbimde yardım et bana
Ve akıl sağlığım da yerinde değil galiba.

Doktor derindeymiş yara bilemedim
Bu kadar acıyacağını da tahmin etmedim
Hayır doktor! O ilaçlar bana göre değildi
O'nun bana bunları yaşatmayacağına çünkü çok emindim.

Evet doktor! O gelemedi evde yerde yatıyor.
Hayır sessizdim o başlattı bilirsin hep iftira atıyor
Sevsem böyle olmazmış  -mışlar falan filan,
Kendi sığlığını benim derinliğimle kıyaslıyor.

Doktor anla beni , korkma ve bakma bana öyle.
Bu gidiş nereye kadardı , bu acı çekilir miydi söyle?
Dedim ya o ilaçlar bana göre değildi.
Duygularım fısıldadı kulağıma
...;dedi : O bunu hakketti.

Beynim yanıyor doktor, karıncalar dolaşıyor.
O sahne ve sözler aklımdan gitmiyor.
Gözbebeklerimi arkadan böcekler yesin
O'nun suratındaki o son ifade beynimden gitsin.

İyi adamsın doktor benden sana zarar gelmez.
...
Gene de unutma. Hiçbir şizofren arkasında not bırakıp gitmez.
...
Doktor.
Doktor.
...
2015

12/07/2025

Kalp Sağlığını Korumanın Kısa Yolu

Yansa parmak uçlarımız koruruz her türlü darbeden , süreriz merhemini , iyileşmesini bekleriz.  Peki kalbimiz yandığında ?? Eşimiz , ailemiz , arkadaşlarımız , komşumuz en yakın bildiğimiz,  güvendiğimiz biri kalbimizi yaktığında ?? Neden merhemini sürüp us ile iyileşmesini beklemek yerine , fırsatını bulduğumuz her an hatırlayarak , daha da derinleşmesi için kaşıyarak , unutmamak için duvarlara vurarak neden daha çok bereleriz ?? Kalbimizi parmaklarımızdan değersiz kılan nedir ?? 
Kalbinizi iyileştirin dostlar. Kalbinizin iyileşmesine fırsat verin.  Yeni yaralar hep olacak elbet. İşte tam da bu yüzden eski yaralara yol verin.  İyileştirin ki , değersiz bir avuç et parçası gibi çürümesin.  Hatırlayın !!! Çürümüş etlerden nasiplenmek için kimler bekler hatırlayın !!! 
Kalbinizi iyileştirin dostlar. Bu herkesten çok size yarar.  İyileşen parmaklarınızla nasıl sımsıkı tutabilirseniz varlığı , İyileşen kalbinizle de öyle sıkı tutabilirsiniz kendi varlığınızı.  Kalemi , çatalı , çiçeği , bebeği tutmak için  nasıl ihtiyaç varsa iyileşmiş parmaklara , kendini tutabilmek için de kayıtsız şartsız ihtiyaç var iyileşmiş bir kalbe. 
Sürün bir seher vakti yağan nur merheminden , siz niyet edin hele bir iyileşmeye , hele bir gidin hastanenin kapısına , Allah'ın yardımı yetişecektir elbet. Görünen yaralara ilaçlar doktorlar hastaneler veren Rab , görünmeyen yaralara da bir merhem yaratmıştır elbet. Siz yeter ki isteyin.
Ayşe Avcı Aydoğan
27.09.2016


Bizim Henry





1822 de Yunanistan'ın bağımsızlık mücadelesine İngilizler ve Fransızlar da destek vererek yüksek rütbeli subaylar gönderirler. Yunanistan ' daki son kale  olan Korint şehrini Osmanlı subayı Salih ağa savunmaktadır. Salih ağa savunmayı kaybedip Yunanlılar tarafından boğularak öldürülür. Eşinin de sarayda kucağında çocukla o oda bu oda kaçtığı söylenir. En sonunda Yunanlı askerler kadını bi odada sıkıştırır. Kadın cama doğru giderek belki kurtulur ümidiyle kucağındaki henüz beş yaşlarında olan oğlunu aşağı atar. Aşağıda bir Fransız subayı olaya şahit olur. Çocuğu yakalar ve kucağındaki çocukla kadının katledilişine tanıklık eder. Durumdan çok etkilenir ve tıpkı kuzey Irak a giden ve vatanlarına bir muhalif olarak geri dönen bazı Amerikan ordu mensupları gibi Yunan düşmanı olur çıkar.

Salih ağanın oğlu küçük Salihle Fransaya döner. Çocuğu nüfusuna alır. Saraya yakınlığıyla bilinen bir aileye geçici bakıcılık için verir. Bu esnada bu aile çocuğu kral ve kraliçe ye vaftiz ettirir ve ona Theophile Louis Henry ismini verirler.

Çok uzatmayalım. Ailenin zenginliği ve birazda saray desteği çocuğun işlerini kolaylaştırır ve donanmada subay olur. Bizim Henry bir görev için Yunanistan' a gönderilir. Orada daha önce yarım yamalak bildiği gerçekleri nihayete erdirir. Babasının mezarını ziyaret eder ve Fransa'ya döndüğünde Salih ismini almak istediğini krala bildirir. Kral başarılı bu subayın isteğini kırmaz. Ancak hala varmı bilmiyorum ama daha yakın günümüze kadar Almanya da dahi var olan o dilde orjinal isim koyma geleneği gereği ve Salih isminin Fransızca da yeri olmamasından ötürü ismini Saly olarak koyabileceği söylenir. Kaderin şu cilvesine bakın ki O günden sonra ismi Theophile Saly olan bizim küçük Salih; Kırım meselesinden dolayı Osmanlı-Rusya arasında çıkan savaşta,Osmanlı'nın müttefiki olan Fransa'nın donanma subayı olarak Karadenize gönderilir.

Bugün Kırım elimizden çıkmıştır belki ama Salih'in komutasında ki cephe başarı kaydetmiş,Fransa da terfi ve onur madalyasına layık görülmüştür. Çocukları ve torunlarıyla ilgilide bilgiler var. Mezar taşına soyu Türklüğünü ve islamlığını unutmasın diye çocuklarının hilal ve gemi yaptırdığı gibi.

Ama ben bu hayat hikayesinden çıkacak onlarca dersten sadece birine değinmek istiyorum. Hani Fravun'un kucağında Hz.Musa'yı büyüten Rabbim in insanlığa vermek istedği mesaj gibi. Hani 13. yy da islama savaş için gelen haçlı ordusundaki 90 bin kılıç ve ok dahi kullanamayan kimi tarihçiye göre 12 yaş altı çocuğun 45 bininin Alp dağlarında telef olup geri kalan 40 binininde islam ordusuna esir düşerek, müslümanlaşarak ilerleyen zamanlarda haçlılara karşı savaşması gibi. İşte böyle bir ders. Salih ağanın oğlu Saly kim bilir nelere daha  vesile oldu.

Siyah ve beyazın , haklıyla haksızın grift bir şekilde flulaştığı şu dönemde bu hikayelerden ders almamız ve Allah' a teslimiyet noktasında kendimizi sınamamız gerekmezmi. Çalışıp işimizi hakkıyla yaptıktan sonra Allah' ın bizi neye ve kimlere hizmet ettireceği konusunda ne kadar değiştirebiliriz kaderimizi.

Bu noktada bize düşen sanırım teslimiyet. Neredesin hırs zindanına hapsedilmiş tevekkül.

Selametle

08/07/2025

Bir Pencere Kanadı

Açın pencerelerini dünyanın ,  boğuluyorum  !!! 
Ortadoğudan yükselen yanık et kokusu doluyor genzime ve her an daha da harlıyor bu ateşi,  batıdan esen , gözünü hırs bürümüş , önüne çıkan ne varsa darma duman eden bu rüzgâr. 
Esmer tenler görüyorum , güneşten değil savaştan yanan.  Trafik lambasındaki dördüncü bir renk gibiler kavşaklarda. Kırmızıyla beraber siyahı da yakıyorlar sanki. Siyaha dönen yaşamlarını gözlerimize sokuyorlar. Fakat yaşama hakkı kimin umrunda ??? Umrumuzda olan tek şey geçiş hakkı. Bize yeşil yandıysa eğer kendi karanlığıyla başbaşa bırakıp siyahı , devam ediyoruz bir sonraki kırmızıya kadar. 
Açın pencerelerini dünyanın ,boğuluyorum! !!
Bu riyakarlık kokusu tıkıyor nefesimi. Sanki nefes , Milenyumda Çocuk İsimleri sözlüğünde geçen bir isimden ibaret gibi. En son ne zaman aldığını bilen yok. Zaten  özçekimlerinden yüzündeki her çizgiyi ezberlediğimiz boş kafaların , nefese ihtiyacı da yok. Zira oksijensizlikten beyin işlevini çoktan yitirmiş. 
Açın pencereleri , kirletilmemiş evrenden hava dolsun , ciğeri beş para etmezlerin birbirini yediği dünyanın ciğerlerine. Temiz hava diyorum , nifak tohumlarının ekilmediği , çocuk kanıyla sulanmamış topraklardan yükselmiş olsun.  Açın pencerelerini dünyanın, boğuluyorum !!!
Kuş seslerinden çoktan vazgeçtim , bari 
sonrasında ölüm ilanı olmayan selâlar girsin içeri.
Ayşe Avcı Aydoğan
Kırılgan bir günün ertesi

Vefa




Söyle o babana “biz satmayız koskoca sarımsak tarlasını öyle iki tokada” diye biten bir dostluk hikayesi var bilir misiniz. Bilmeyenlere okumalarınız tavsiye ederim. Bu eski hikaye de bence asıl dostluğun temeli olan vefa işlenir. 

Evet vefa…

Hani şu bugün anlamını yitiren; kiminin “Hadi canım, vefa karın mı doyurur. Geçin bunları eskide kaldı bunlar” dediği vefa. Hep herkesin vefasızlığından şikayetlenip de, biraz dürüst olsak kendimizde de bulamayacağımız vefa. Haklısın ama işim çok bahanelerinin altına sığınıp, eş-dost-akrabalarımızı ihmal ettiğimiz, ama hep de ihmal edilmekten şikayet ettiğimiz. Araf 172-173 ile bildiğimiz Elest bezmin de ki sözümüz, yani imanın temeli  olan vefa. Sevgideki sadakat, yumuşak kalpliliğin füruzatı. İnsan olmanın ve insan kalmanın mihenk taşı vefa.

Kimine göre zordur vefa. Nitekim bir yazar “Vefa cefadır” der. Cefadır elbet. Kolay mıdır kısa yoldan para kazanmak varken Rabbine vefasından helali ve zoru tercih etmesi. Kolay mıdır ahir zamanın yoğunluğunda Sıla-i Rahim i gerçekleştirmesi. Hasta ziyaretlerini telefonla geçiştirmek varken, neden vakit harcayıp ziyarete gidilsin ki zaten(!).

Vefa cefadır doğru. Unutmuyorum bir tanıdığım bir anısını anlatmıştı. İşlerinin ters gittiği bir dönem. Borç harç, icralar kapıda. Eş dost akraba, kimi aradıysa bulamamış para. Düze çıkmış sonra. Tabi gerginlik ve buhranın verdiği psikolojik yorgunlukla şehir dışındaki abisini ihmal ettiğini hatırlamış. Abisini aramış sesini duyup biraz dertleşmek için. Abisinin olaylardan haberi yok tabi. Ancak birilerinden duymuş olacak ki telefonu “Bende para yok para için aradıysan” diye açmış. O zaman için henüz yeni sayılacak derecede tanıdığım bu kişi gözleri dola dola bana bunu anlatırken şunları ekledi. “ Ben ağabeyimi dara düşmeden önce sürekli arardım. Duygusaldır diye de durumumdan hiç haberdar etmedim. Dara düşünce onu ihmal ettiğim için de, rahatlayınca arama gereği duydum. Ve  duyduğum o söz benim hayatımı değiştirdi. Vefanın önemini o zaman anladım. Vefa tek taraflı olursa insanı yorar kardeşim. Ama yorulsak da, biz vefamızı yani insanlığımızı kaybetmeyip yolumuza devam etmeliyiz. Ben hala ağabeyimi ararım. Durumu çok iyi. Aradan yıllar geçti ve hala bana o dönemi nasıl atlattın diye bile sormadı. Ama önemi yok.” dedi.

Bunun gibi ne örnekler var değimli hayatta. Tıpkı yukarıda ki dostluk hikayesi gibi. Sadakatsizliğimiz nankörlüğümüzden değimlidir. Başımıza bir iş gelse kerametini aramak yerine Allah’ a hesap sorarmışcasına neden ben diyerek  Elest bezmin de ki o sözümüz unutuşumuzun nedeni de yine bu nankörlüğümüz değimlidir. Bir kahvenin 40 yıllık hatırları nerede kaldı. Nerededir bu. Bizi yetiştiren bu insanlarla beraber bu kavramda mı gitti. Daha 2 tokat dahi yemeden birbirimize sırtımızı dönmemizin nedeni nedir. Sarımsak tarlasına gerek duymadan, yani elimizde çuval dahi yokken yüzümüze kapıların kapanmasının nedeni yalnızca ahir zamanın koşturmacası olabilir mi? Bilemiyorum. Ama sebebi her neyse. Allah bizi biran evvel bu dünyanın çilesi olan vefasızlıktan kurtarır umarım.

Vefa sadece asil ruhlu insanlarda bulunan bir özelliktir demiş şair. Asaletinizi kaybetmemeniz ümidiyle.

Selametle

06/07/2025

ULAK


Sordum ulağa , dedim nedir bu sessizliğinde ki mana.
Ulak dediğin anlatır, gerekirse haykıra haykıra.
Dedi; atımın izindeki gürültü de saklıdır.
...
Peki nasıl duyarim onu.
Dedi; bakmasını bilenler duyanlardır.
Dedim nasıl bakılır
Güldü, dedi; kör olman gerek.
Dedim neye kör olalım.
Dedi fani dünyaya
İyi ama dünya ahiretin tarlası degilmi? Niye kör olsun bu garibin gozleri?
Dedi kömür karanlikta elmas,tohum toprakta ağaç olur. Bu dünyada meyve vermeyenin ahireti kaybolur.
Tamam ozaman hadi, dedim dağla gözlerimi.
Olmaz dedi aşık mısın ki sanki.
Evet dedim amelim var. Olmasaydı olurmuydu.
Dedi unutma; Ameline güvenen cahil, umitsiz olan da kusurluydu.
Dedim ulak ne çok konustun, hadi aşık et beni. Yada Dağla gözlerimi.
Yan dedi kalbime kapansin gözleri.
Kalbim yandı, karşımda bir at şahlandı.
Toz duman hertaraf, her taraf nal izi.
O an anladım ben deki aşk yalandı.
Dedim ulak nerde mana,hertaraf toz duman duyamadim halâ.
Uzaklaştı atıyla,
Ölüm var diye bağıra bağıra.

2015 Haziran .

05/07/2025

İstişare: Hakikati Arayışın Yolculuğu


 

İstişare... Tüm egolarından ayrılmış bir benliğin hakikati arayış serüveni. Ne hakikati demeyin. Varoluş hakikati... Eşyanın... Aklın... Aşkın... Bir elektrik devresinin hakikati belki... Bilememek girdabının içinden, bilenlerin uzattığı ipleri tutma çabası... "Nedir?" ve "Nasıldır?" öğreniminin tecrübelilerden dinlenilen cevaplar yumağıdır istişare.

İstişare, nasıl yapılır, kimlerle yapılır, neden yapılır sorularına birçok cevap bulabiliriz. Ancak bu cevaplar manzumelerinin hepsi bizim olmayan soyut ve somutluklar içerir. Ancak bir soru vardır ki direkt bizi ilgilendirir, bizi muhatap kılar: Kimler istişare eder?

Bu soru aslında kişilerin ihtiyaç ve çıkmazlarına, yani sorunlarına bizi cevap olarak yönlendirse de, asıl cevabın ilim bahçesindeki kokulu gülü şudur: “Nefsine boyun eğmeyen istişare eder”. Ya da tersten okuyalım; “Nefsine boyun eğen istişare etmez”.

Kimi insanlar vardır ki tüm hakikati kavradığını düşünür ve istişare etmezler. En sıkıntılı durum budur. Bu kişiler tüm doğruya hâkim olduğunu sandığı için, kendince yorumlamalar yani teviller yapar. Onlar için diğerlerinin bir hükmü yoktur. Hükmü olmayanın fikrinin kıymeti de yoktur. O yüzden istişare onlar için gereksizdir. Kendi akıl kırıntılarıyla yapmış oldukları tevillerle, olaylar karşısındaki sözde bazı tutum ve davranışlara giderek çözüm bulmaya çalışırlar. Onlar için kendileri tam, başkaları yarımdır. Halbuki bilmezler; yarımların beraberliğinden ortaya çıkan nice bütünler hayat kurtarır. Bu kişiler toplumda kibir abidesi olarak değerlendirilirler. Zaten bu tarz kişilerle yakınlaştığınız zaman şunu göreceksiniz ki genelde öğüt verirler.

Bazıları da bu tarz egolu kişilere yakın, ancak onlardan biraz daha farklı olarak istişare konusunda bu denli katı olmayıp, istişare eden ama istişareye kıymet vermeyen kişilerdir. Bunlar, etrafın korkusundan, sosyal baskı ya da statü çekincesinden dolayı bu yöntemi seçerler. Mesela bir kibir abidesi patronun, sırf personeline demokratik görünmek için bir proje hakkında fikir sorup gerekli istişareyi ciddiye almaması buna örnektir. İstişareye giden kişilerin, istişare sonucuna uyma zorunluluğu yoktur. Ancak uymama alışkanlığı başka bir sorundur. Bir çocuğun, anne ve babasına zaten yapmaya karar verdiği bir olayı sanki istişare ediyormuş gibi onlara duyurması da yine bu tarz kişilerin yöntemidir.

İstişare bu, kolay değil. “Ben geldim doktor” demektir. Tabi önce hastanın hastalığını kabul etmesi gerekir. İşte ilk tanımladığım kişiler hastalığını kabul etmeyen, ikinci tanımdaki kişilerse doktora sırf çevresindeki baskıdan korktuğu için gidip ilaçları almayan kişilerdir. Yani hastalığına inanmayan. Ya da doktoru yetersiz gören.

İstişareden uzak durmak bir gaflettir. Gafil olanlar, kibirli olanlar, riyakâr olanlar, itibarına zarar geleceğini düşünenler, hırslarına yenik düşenler istişareyi önemsemezler. Onlar, kimi zaman öfkeyle, kimi zaman kibirle ve dahi alaycı tavırla karşı bir duruş sergilerler.

Peki ya hakikatin peşinde koşanlar öyle midir? İstişare; tüm egolarından ayrılmış bir benliğin hakikati arayış serüveni demiştik. Onlar bu hakikat uğruna "Akıl akıldan üstündür" diyerek faziletli, akıl ve tecrübe sahibi, samimi, keskin görüşlü, insan psikolojisini iyi tahlil edebilen, sağlam fikirli, doğru ve güvenilir kişilerin peşinden koşar.

Bizler de ister mektepli olsun ister alaylı, egolu davranmayıp istişare etmeliyiz. İşin ehillerine sorup, cevap beklemeliyiz. Nasıl ehil oldularsa bırakın anlatsınlar. Onlar anlatsın biz dinleyelim. Onlar yazsın biz okuyalım. Hayrını dilediğimiz, içinden çıkamadığımız, tercihinde zorlandığımız ve rüyalarına yattığımız nice olaylar varki ehlinden başkası bilemez.

Selametle...

04/07/2025

Vefaya Karşıdan Bakış

Vefa bir tohumdu kirlenmemiş  kalplerde
Kim bir bardak su döktüyse  o'na yeşerdi
Dalları kırılınca  anladı ancak
Yardım birtek , Rahman dileyince  gelirdi.

Neler bekliyoruz değil mi azıcık bir yardımımızın dokunduğu kimselerden. Örneğin bir ömür hatırlasın  istiyoruz  yaptığımız  iyiliği. Bize davranışları  hep bunun  üzerine kurulsun istiyoruz. Yaptığımız  onlarca negatif davranışın hatırlanmasından zerre memnun olmazken,  zerre kadar iyilik, büyüsün de büyüsün istiyoruz gözlerde.  Neden ? Biz tefeci miyiz ki bir iyiliğe bin yıl vefa istiyoruz. Biz tüccar mıyız ki nefsim,  iyiliği satıyoruz?

Vefa umarak yaptıklarımız ,  hep cefa getirmedi  mi sonunda?  Hep dönüp dolaşıp  kendimizi  vurmadık mı kendi silahımızla. Vefalı  olmayı minnet etmek zannederken , ömrümüzü  minnet bekleyerek harcamadık mı ? Her iyiliğin arkasından , canımızdan bir parça gidiyor gibi baka  baka ,  azalmadık  mı varlığımızdan parça parça.

Gel bırakalım yaptığımız  iyilikleri kağıttan  gemiler gibi sulara. Bakmayalım arkasından , bilmeyelim nereye gitti. Biz önce iyi olmaya niyet edelim, önce insan olmaya. Niyet edelim verenin  Allah olduğunu hatırlarken , geriye kalan her şeyi unutmaya.

Ayşe Avcı Aydoğan








02/07/2025

GÜNLER

“ Sabahları doğdum , akşamları öldüm

Her gün benimle, oynadınız günler


İyiniz gelecek diye kötünüze katlandım

Gün gün beni aldattınız günler


Dününüzü unutup yarınınızı bekledim

Eskinizi aratıp, ağlattınız günler


Bitsin diye gözyaşımı size içirdim

Doymayıp bir daha akıttınız günler


Hayallerimi size tek tek dağıttım

Birini bile bana, vermediniz günler


Birinizde vardır diye mutluluğu aradım

Beyhude beklemişim hepinizi günler 


Hanginizde diye ararken, bir ömür boyu

Aşkımı son günüme, sakladınız günler”


01/07/2025

Bülbülün Kırk Şarkısı

O'na bir şey olursa , yaşayamam ! diyordu Halime , Muhammed (s.a.v.) i anneciğine teslim ederken. Yıllar önce bu sözü bir kez de Amine söylemişti , evladını süt annesine verirken. O'na birşey olursa yaşayamam!
Bülbülün Kırk Şarkısı...
İskender Pala
masalsı bir anlatımla kitaba dahil olan bülbülün ağzından dinliyoruz bütün yaşananları. birinci ağızdan tüm duygularıyla anlatıyor , anlatmakla kalmıyor aynı hissiyatın okuyucuya da geçmesine vesile oluyor.
Kitap Resulullah'ın babacığının göz alıcı bir delikanlı , anneciğinin ise naif bir hanımefendi olduğu zamanlardan başlıyor. Evliliklerini ,paylaştıklarını , dünya denen bu handan nasıl geçip gittiklerini ve elbette vedalarını anlatıyor. Resulullah'ın yakınlarını bir bir nasıl kaybettiğini ve amcası Ebu Talib tarafından nasıl himaye edildiğini iyice kavratıyor.
Peygamberlik nişanelerinin tek tek ortaya çıkışına asırlar sonra tanıklık ediyorsunuz okurken. İslamın o çorak topraklarda nasıl kök salıp yeşerdiğini, Hz. Ebubekir'in sadakatini , Hz Ali'nin cesaretini , cesareti ile birlikte Hz. Fatma' ya talip olurken gösterdiği edebi, Hz. Ömer'in hiddetli adaletini ,Hz. Osman'ın mahcup hallerini yanlarındaymışcasına hissediyorsunuz.  Taif ' de Resulullah ile hüzünleniyor, Medine de cemaatle sabah namazı kılıyorsunuz his dünyanızda. Mücadele Hatun 'un bu ismi nasıl aldığının detaylarını öğreniyor , "bir daha eşimle aramızda bir bozgunluk çıkarsa bu hikaye de bana ders niteliğinde şurada dursun" diyorsunuz.
Hep duyduğunuz ama şahsını bilmediğiniz "Asım'ın Nesli"  tamlamasındaki Asım'ı tanıyorsunuz. Tanımakla kalmıyor , içinize bir yere kazıyor , ardından dua ediyor hayretler içerisinde gözyaşları döküyorsunuz.
Allah'ın dinine ve dinini koruyanlara  olan yardımları ufkunuzu açıyor.

Benim fikrime gelince , bu kitabı okumadan evvel  Peygamberimizin hayatını kronolojik sıra ile anlatan bir kitap okunmasını zaruri buldum. Çünkü kitap zaten olayları bilen birine birinci ağızdan aktarıyor gibi yazılmış. Hakkını vermek gerekir ki , okuduklarımı her hücremde hissettim. Bazı gereksiz bulduğum noktalar vardı aslında not aldığım ama kitabın bende uyandırdığı his bunların bir çoğunu silip süpürdü.
Bu güzel eseri okumanız ve  o kocaman kitaplıklarınızda bulundurmanız tavsiyesi ile dualarınıza talibim.

Ayşe Avcı Aydoğan

Sadakat

 

Doğru olmak, sözünde durmak ve sözünü yerine getirmek anlamına gelen bir kelime. Herhangi bir kişisel çıkar ve garazdan uzak ve her yönüyle samimiyet içeren bu kelimenin zıttı ihanettir hıyanettir.  

Evet bahsettiğimiz bu ahlaki değerin adı sadakat. İçinde yalanı barındırmayan, hileye yer olmayan tamamen doğruluğun üzerine inşa edilmiş sadakat. İhanetler, hırslar, ihtiraslarla dolu olan şu dünyada sadakat kavramına ne kadar da muhtacız değil mi? Birbirlerini aldatan eşler, ülkesine ihanet eden vatandaşlar, işyerinde işinin hakkını vermeyen işçiler ya da işçinin hakkını vermeyen patronlar.

Diğer bir değişle işine, eşine, ülkesine ihanet edenlerle dolu etrafımız. Sadakat kelimesi üzerinde düşünürken ihanet kavramını ele almamak olmazdı herhalde. Her şey zıddıyla kaimdi ne de olsa bu hayatta. Biri varsa diğeri yoktur. Peki neydi bu ihanetlerin sebebi. Olayı aldatılan eşlerden başka, yahut aldatılan patronlardan başka başka hikayelerle dinlemek mümkün elbette. Nedir yani; genç bir adamın kız arkadaşı tarafından aldatılmasının sebebi kaç farklı tür olabilir ki özünde. En duygusalı senin iyiliğin içindi demagojisiyle bitmiyor mu? Düşünsenize "Senin için senden vazgeçtim" diye biten ilişkilerin alt yapısında dahi başka bir ego tatmini yok mudur.  Yahut bir patronun muhasebecisi tarafından dolandırılmasının kaç farklı tür sebebi olabilir ki? Lokal bazda tek tek konuşulduğu zaman başka başka hikaye yığınlarıyla karşılaştığımız ihanet tabloları. İnanın bu hikayelerden bende de yığınla var. Kendi hikayelerim içinde boğulduğumda ve şu "Neden" çıkmazında kilitlendiğimde vardığım onlarca sebepten geri kalan sadece "Tatmin" duygusu oluyor. Evet insanlardaki tatminsizlik hırslar ve sahip olma güdüsü. Aslında bir şeyi terk ederken bile başka bir şeye sahip oluyorsunuzdur. Ve bu sahiplik farkında olmasanız bile sizi tatmin ediyordur. Yahu meseleyi Ego konusuyla birleştirip toplumsal bir ders verme niyetinde değilim elbet. Ama kime dokunsak bu ahlaki terimlerin üzerindeki şikayetlerden konuşmuyor muyuz. Vefa, dostluk, sadakat, ihanet, yalan dolan v.s .

Kabul edelim kaybediyoruz ahlaki değerlerimizi. Ve hepsi sadık olamayışımızdan kaynaklı. Hırslarımız ve zevklerimiz için bulunduğumuz ihanetlerle önce kendimize saygımızı kaybediyoruz. Şeytan şeytanlığını iyi yapıyor. Önce bizi bize küstürüyor. Ve farkında olmuyoruz. Önce koca bir "kimseye ihtiyacım yok " egosuyla "ben" duygusuna giriyor, sonra kendimize düşman oluyoruz. Yani şeytan önce bizi yalnız bırakıyor, sonra bizi kendimize düşman olan bizle baş başa bırakıyor. Travmalar yaşıyor, psikolojik sorunlara düşüyoruz. Sözün özü, biz önce kendimize ihanet ediyoruz. Ego denilen tatminler için başka kazanımlar uğruna suhuleti ve selameti feda ediyoruz.

Gönül deryamızda asıl sadık olmamız gerekene sadık olsak iç huzuru bulacağız ve toplumun bize yaptığı ihanetlerin travmasını yaşamayacağız elbet. Mü'minler içinde Allah'a verdikleri sözde sadakat gösteren nice erler var. İşte onların kimi adağını ödedi, kimi de (bunu) bekliyor. Onlar hiçbir suretle (ahitlerini) değiştirmediler." (Ahzâb 23).  Ayetinde belirtilen sadıklardan nasıl olacağız. Hani vefa konusunda ahde vefadan bahsetmiştik. Eles meclisindeki sözümüze vefa göstermekti asıl olan. Yani ilk ahdimize sadık olmamız gerektiği hususunu hep yineliyoruz. Ama maalesef yapamıyoruz. Peki nasıl yapacağız. Tabiî ki sadıklarla beraber olacağız.

Gayr-i müslimler, fâsıklar ve gâfillerle beraberlik, zamanla zihnî beraberliğe, zihnî beraberlik de bir müddet sonra kalbî beraberliğe dönüşür. Bu ise, insanın adım adım helâke sürüklenmesi demektir" diyor İmam Gazali Hazretleri. Bizde bize düşeni yapıp bizi manevi buhrana sürükleyen bu ilişkilerden uzak durup "Ey iman edenler! Allah'tan korkun ve sadıklarla beraber olun!" (et-Tevbe, 119) ayeti kerimesi gereği sadık olanlarla birlikte olmalıyız. Aşına, işine, eşine, ülkesine, dinine sahip olan kim varsa onları dost edinmeliyiz. Göreceğiz ki nice ihanetler ve travmaların üstesinden geleceğiz.

Selametle


30/06/2025

Savaş Çocukları





Gece yarısı  beni yatağımdan aniden kaldıran ses ; güzel kızımın ağlaması sadece , bomba sesleri değil. Hızla yapıyorum mamasını , biraz az gelince basıyor çığlığı. Bebek , anlamıyor. Savaş bebeklerinin anlamadığı gibi. Mamanın hızla yenisi geliyor , Susup uykuya dalıyor minik. Peki savaş çocukları ? Kaç kez aç karna uykuya dalıyor , anneciği eğer hala hayattaysa tabi kaç kez onun açlığını kendi bağrında bastırmaya çalışıyor.

Kirli çamaşırlardaki lekeler , dondurma , çilek , vişne suyu.  Kan değil. Savaş bebekleri kan giyiyor.  Kanla yıkanıyor mini mini elbiseleri . Savaşa dayanan bebekler diyorum , dayanmak zorunda kalan. Silah seslerinden ninniler dinlemeye alışmış kulakları. Mavi gökyüzüne bakamıyor simsiyah gözleri patlamaların dumanlarından. Odadan beşikten vazgeçmiş zaten ama çocuk işte , yinede dünyayı görmek istiyor yeniden kaldıramadığı enkaz yığınlarının arkasından.

Sessiz çığlıkları yankılanıyor kulaklarımda.  Yeni ciciler giydirdiğimde kızıma , yaralanan bir yavrunun yeni olduğu için doktora "kesme pijamam yeni alındı " deyişi geliyor.
Kalbimin damarlarıma kan pompaladığı yerden başlıyor duam.  Tüm hücrelerimi dolaşıyor. Sabır diliyorum Allah'tan ve merhamet. Biliyorum ki O'nun kadar kimse merhamet edemez. Biliyorum ki Allah mükafatını vermeyeceği bir alacak istemez.
Ahiretin varlığına iman ediyorum tüm acizliğimle. Allah'ın adaletinin tecelli edeceği gün savaş çocuklarını cennette görmek istiyorum.
Ayşe Avcı Aydoğan
3 nisan salı

29/06/2025

Ve O




Öyle bir bakış ki yakar yüreğini.
Hiçbir zaman senin olamayacak, ama seninmişçesine bakacak.
Anlatırken dil tutulacak.
Anlamayacak kimse ne anlattığını.
O dil ki ; kimine göre hep saçmalayacak.
Halbuki hep O'nu anlatacak.
Akıl duracak.
Nefes daralacak.
Ses kısılacak.
Her yerde acabalar olacak.
 Dağılacak dikkat,
Planlar atılacak,
Her şeyin sonu O olacak.
Ümit Yaşar ,Ayten diyecek O'na ,
Radyo da Orhan dan ,Ayşem diye dinleyeceksin.
Seninki sende kalacak.
Bir mahalle delikanlısı edasıyla her o ismi duyduğunda ilk defa duyuyormuş gibi davranacak nefsin.
Kimse anlamayacak.
Kazınacak kalbe o bakışlar.
Bu sana yetecek.
Ve O,
Hiçbir zaman senin olmayacak ama seninmiş gibi bakacak.
Başkasına ait, bize yakışmaz diyeceksin, başını önüne eğeceksin.
Gerekirse çekip gideceksin...
O bile anlamayacak.

2015

28/06/2025

Kendimiz İçin Yazmak

Bir yazı yazmaya başladığınızda o yazı hakkında bazı tanımlamalar yapılır. Ne yazısı olduğu, edebi olarak nasıl yazıldığı gibi. Ölçüleri kelime zenginliği v.s Yani edebi değeri.

 Birçok yazıda bir hikâyenin okuyucuya nasıl aktarılacağı ve okuyucunun bunu nasıl daha iyi anlayacağına dair bazı kaygılar vardır. Bu kaygıların sonucu yazarlar bazı kalıplara girerler ve çok azı beceri göstererek kendisine has bir tarz oluşturur. Yani birçoğunda duygu gider şekil kalır.

 İşte ben bu kaygıların hepsine karşıyım. Bir yazıyı yazarken acaba ne anlayacaklar diye kaygı duymak yazarı duygu aktarımında kısıtladığı düşüncesindeyim. Ancak dediğim gibi beceri gösterip kelimelere raks ettirenler istisna.

 Bence ; kelimelerin duygusu okuyanın aklı kadardır. Duygu akıl süzgecinden nasıl geçer demeyin. Siz ne duygu katarsanız katın okuyan onu almak istediği şekilde alacaktır. Belki de işin güzelliği budur. Kaygı gütmeden yazmak ve ne anlatmış acaba diye düşünmeden okumak. Bir ressamın eseri gibi. Bir ressamın resmindeki İLLÜSTRASYON, o resme bakanın hayata bakışıyla da alakalı değil midir? Yani bir resmin karşısına geçip sanatçı acaba burada ne anlatmak istemiş diye sorduğunuzda herkesten farklı bir duyguyu anlatan sözler duyarsınız. Karanlık bir ormanda daldaki bir kuş resmi kimine göre o resmin sevimliliği iken kimine göre ormanın karanlıkları resmin karamsarlığıdır.

 Bence yazıda böyledir. Aynı şeyi okuyup farklı duyguyu anlayabilir insanlar. Hal böyleyken yazar niye karşı taraf bunu nasıl anlamalı yahut okuyucuya şu duyguyu nasıl vermeliyim kaygısı gütsün ki.

 Tabii ki edebiyatı, edebi renkleri reddetmiyorum ancak; yazar her duyguyu da edebiyata dökme kaygısında olmamalı. Çünkü edebi zenginliği olup ta anlaşılamayan, duyguya geçmeyen, yani yazarın duygusunu aktarmadığı yazılar boş sözler dizini oluyor.

 O yüzden; edebi zenginliği olmasa da ve anlaşılamasa da bence siz duygularınızı yazın.

 Başkaları için değil, kendiniz için yazın.

 Selametle